Yaklaşık bin
yıllık tarikat olan Rufailer günümüzde farkı görünümler sergiliyor. Ankara grubu
geleneksel ayin törenlerini sürdürüp, şişli, kılıç ayinler yaparken, sanatçı ve
bilim adamlarından oluşan İstanbul grubu, kültürel faaliyetlere önem veriyor. Ortak
noktaları Atatürkçülük.
Ayinin en
heyecanlı anı, şimdi Cezbe içinde zikredenlere yaklaşıyor Şeyh. Seçilenler,
kendilerini cemaatin en şanslıları olarak
görüyorlar. Şişleri diliyle yalayan şeyhin dudakları kıpır kıpır, dua ediyor.
Gözleri iyice baygınlaşmış dervişler alıyor şişleri eline, ağızlarına
sokuyorlar. Zikrin temposu iyice yükselmiştir. Artık şişin sivri ucu yanağından
çıkıyor dervişin. Ne bir damla kan, ne de ufak bir acı belirtisi... bir diğer
derviş karnına, diğerleri de yine yanaklarına sokuyorlar şişleri. Ayin bütün
heyecanı ile devam ediyor. Bu kez sıra şişleri çıkartmaya gelmiştir. Şişleri
birer birer çekip, şişlenen yerlere parmağını bastırıyor şeyh. Hiç birinden bir
damla bile kan akmıyor ve yara izi de yok...
“Biz Dünyadan Gider Olduk.” Yaklaşık bin yıllık bir geçmişe sahip olan
Rufailerin bu günde sürdürülen ayinlerinden bir kesit bu. Bu tür törenlere katılan
Hacettepe üniversitesi tıp fakültesi öğretim üyesi prof. Dr. Naci BOR, aynı
uygulamayı gazetecilerin ve video kameralarının önünde gerçekleştiriyor. Şeyhinin
verdiği şişi alan prof. Bor gazetecilerin ve misafirlerin şaşkın bakışları
altında ağzına sokup, yanağından çıkarıyor. Ayinden sonra gülümseyen prof. Bor
“sizlerinde gördüğü gibi” diyor gazetecilere “şişi soktum ve hiç acı
duymadım. O anda maddi dünya ile tüm ilişkim kesiliyor.” Rufai tarikatı
mensuplarının “Burhan-delil-havarik” gibi değişik isimlerle tanımladıkları
gösteriler, sadece şiş sokma olayıyla sınırlı değil; Ateşe giriliyor, kızgın
demir yalanıyor, kaynar yağ ile aptes alınıyor, zehirli yılanlar kucaklanıyor,
kırık camlar üzerinde yürünüyor, ama kimseye bir şey olmuyordu. Ancak
şaşırtıcı olan sadece bu gösteriler değil elbette. Şu sözler de en az gösteriler
kadar, belki onlardan bile daha şaşırtıcıydı:
“Türkiye zaten bir
İslam ülkesidir. Bu itibarla, İslam devleti kuracağız’ safsatalarının bir anlam
ve önemi yoktur. Şeriat 1400 küsur sene evvel geldi. İsteyen herkes Türkiye’de de, dünyanın herhangi bir yerinde de şeriata
uygun bir şekilde yaşayabilir. Buna kimsenin bir şekilde yaşayabilir. Buna kimsenin
bir şey dediği yok ki. Ama başka şeriat geleceğini düşünmek veya beklemek
yanlıştır. Çünkü Hz. Muhammet ahir zaman peygamberidir, ondan başka peygamber
gelmeyecek. Bunu bizzat Allah söylüyor, İslam’ın kendisi söylüyor...”
Bu sözlerin
sahibi, yurt içi gezilerini sürdürürken uğradığı yörelerde dini konulara temas
gereğini hisseden herhangi bir devlet adamı ya da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
resmi bir görevlisi değil; Ankara’da yirmi yıldır Rufai tarikatının şeyhliğini
sürdüren Galip Kuşçuoğlu... Almış dokuz yaşındaki Şeyh Kuşçuoğlu’na göre,
“Kâfir bir devlette Cuma namazı kılınmaz” demek ne kadar abesse, 2Allahın bir
lütfü ihsanı olan Atatürk’e düşmanlık etmek de o kadar abesti...”
Tarikatlar
dışa açılıyor. Gerek yaptıkları hayret verici gösterilerle, gerekse konulara
getirdikleri Atatürkçü yorumlarla olsun Rufailer atık gündemdeydi. Hem de legal
olarak, camideki açık ayinleri, sattıkları video kasetleri ve glasnost uygularcasına
konuşan şeyhleriyle. Bunda hiç kuşkusuz ANAP Trabzon Milletvekili Eyüp Âşık’ın
“Ben Nakşi”yim diyerek tarikatını legale etmesi kadar; Başbakan Turgut Özal’ın
annesi Hafize Özal’ın, Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’ nun yanına gömülebilmesinin
büyük payı vardı. Kimilerinin, “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti yıkmak için
örgütleniyorlar, bir gelirlerse hepimizi kör testereyle keserler” diyerek sürekli
bir tehlike olarak gördüğü; kimilerinin de tam tersine “laik devletin temel
güvencesi” diye nitelediği tarikatlar artık legalize olmak istiyorlar.
Ancak işin bir de İstanbul cephesi var. Ankara’dakilerin bu denli legalize olma
isteği Rufailerin İstanbul kanadında nasıl yaşanıyordu acaba? Çünkü bilenler biliyordu ki aralarında eski
politikacı Agâh Oktay Güner’den, Milli Kütüphane eski Müdiresi Müjgan Cumbur’a;
Nihat Sami Banarlı’dan Ekrem Hakkı Ayverdi’ye; Ergun Göze’den Yusuf Ömürlü’ye pek çok tanınmış ismin yer
aldığı bu grup, pek çok konuda Ankaralı Rufailerden farklı düşünüyordu. Şeyh
Kuşçuoğlu’nun altını çize çize, “Onlar Rifai’dir, Rufai değil” dediği
İstanbul grubu, genelde entelektüellerden meydana gelen son derece modern insanlardı.
Onlar için zaten gizli-kapaklı bir durum yoktu. Onlar, deyim yerindeyse tarikat ötesi
bir tarikattı. Çağa, insan ilişkilerine, tesettüre, kadına ve “taassup” olarak
niteledikleri kimi İslami konulara farklı bakan bu insanlara “Rifai” denilmesinin
nedeni kurucularının soyadı nedeniyleydi: Hemen hepsi geleneksel Rufailiğe değişik
yorumlar ve boyutlar getiren Kenan Rifai’nin ya da onun temsilcisi Samiha Ayverdi’nin
rahle-i tedrisinden geçmişlerdi. Kadınların örtünmesinin bile şart olmadığını
söyleyen Kenan Rifai de kimdi?
Galatasaraylı bir şeyh. 1867-1950 yılları
arasında yaşayan Kenan Rifai, belki de Galatasaray Lisesi gibi bir liseden mezun tek
tarikat şeyhi. Hakkında kitap yazılan, hem de 4 kadın mürit tarafından kitap
yazılan ilk şeyh de Kenan Rifai. Samiha
Ayverdi, Nezihe Araz Safiye Erol ve Sofi Huri’nin birlikte kaleme aldıkları bu kitap,
Kenan Rifai’nin tüm ilginç yönlerini de gözler önüne seriyor."Kenan Rifai ve
Yirminci Asrın ışığında Müslümanlık” kitabından anlaşıldığına göre,
Kenan Rifai’nin hayatında kadınların büyük bir yeri var. Bu kadınların ilki de
Rifai’nin annesi Hatice Cenan Hanim. Samiha
Ayverdi ile Nezihe Araz’ın birlikte kaleme aldıkları ilk bölümde, Kenan Rifai’nin
annesine duyduğu sevgi şu satırlarla anlatılıyor: “O annesini her şeyin üstünde
bir aşk ve hürmetle seviyordu. Bu sevgi her evladın anasına göstermesi tabii olan
vefa, minnet ve muhabbet gibi duyguların hiçbiri ile kıyaslanamayacak kadar derin,
köklü manalı ve şuurlu idi”
Belki de bu nedenle Kenan Rifai, kendi dergahında
kadını son derece ön plana çıkartıyor. Dergahların kapatılmasından sonra da Kenan
Rifai’nin müritlerinin büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. “dokunmayın
benim kadınlarıma, beni bir kadın dünyaya getirdi, ben onlara söz söyletmem”
sözü de Kenan Rifai’ye ait. Ayverdi ve Araz daha sonra, Kenan Rifai’nin ömür
boyunca “Annesinin şahsında görüp temaşa ettiği ve hayran kaldığı bir sevginin
arayıcısı” olduğunu belirtiyorlar.
Annesinin ölümünden bir süre sonra kader Kenan
Rifai’nin karşısına aradığı kadını çıkartır: Semiha Cemal. Kitapta yer alan
ifadelere göre, “Semiha Cemal, Kenan rifai’nin ülfet halkasına girmeden evvel (...)
güzel, mağrur, kayıtsız ve tipik bir aristokrasi çocuğu idi”Zamanla Kenan Rifai bu
ham cevheri yoğurmuş ama “Bu ünsiyet ve müşareketi (ortaklığı) temin ederken,
talebesinin vücut tarlasına yeni tohumlar atmamış, ancak şuuraltında uyuklayan ve
gün ışığına çıkmak için fırsat bekleyen tohumları uyandırarak, onlara hayat ve
gelişme imkanları sağlamıştır.”
Samiha
Ayverdi ve Nezihe Araz’a göre, Kenan rifai’nin böyle bir alışveriş için bir
kadını seçmesinin sebebi gayet açıktı: “Çünkü o daha evvel yaptığı
tecrübelerde görmüş ve anlamıştı ki fikir, his ve iman alışverişinde kadın,
erkekten daha müsait bir mutavassıt (vasıta) daha verimli bir zemindir.”Kenan
Rifai’nin memuriyetinin ilk yıllarını geçirdiği Adana’da karşılaştığı bir
suçlamaya getirdiği açıklama da kitapta yer alıyor, şöyle diyor Rifai: “Mektepten (Galatasaray Lisesi) yeni mezun
olduğum ve kendime göre konuşacak münevver kimse pek bulamadığım için, ara sıra
Jezuit Kilisesi’ne gider, papazlarla görüşür ve Fransa’dan gelen haftalık
mecmuaları okurdum.” Bu açıklamanın nedeni, Kenan Rifai’nin, “Fransız
kilisesine gidiyor, vaftit oldu suçlamasıdır. "
“Konuşacak bir münevver bulamadığı için” kilise papazlarının yanına
giden, kadınlara özel bir değer veren Kenan rifai ve onun temsilcisi Samiha Ayverdi
grubu ile Ankaralı Rufailer arasında temel konularda bazı farklılıklar ve
anlaşmazlıklar çıkması bir bakıma kaçınılmazdı. Bu arada her iki gruba da sert
ve keskin eleştiriler getirenler ise, sesleri giderek kısılan “radikal” zaman zaman
da “Humeynici” denilen İslamcılardı...
Karpuz kestim yiyen
yok.
“İslam’da
başın örtülmesi yoktur, örtmek şart değildir. Başörtüsünün İslamın sembolu
haline getirlmesine karşıyım.” Kenan Rifai’nin sadık müritlerinden Ekrem Hakkı
Ayverdi’nin temellerini attığı Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın
Neşriyat Müdürü Sait Başar söylüyor bu sözleri. Kenan Rifa’nin de sağlığında
“şekilcilik ve taassup” olarak nitelendirdiği bu türden örtünmeyle ilgili
vaazlara önem vermediği biliniyor.
Sarbonne’de rufailer üzerine bir tez
hazırlayan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Felsefesi Anabilim Dalı
Başkanı Doç. Mustafa Tahralı da aynı şekilde düşünüyor: “Başvekilin
hanımını başı açık diye Müslüman saymıyor musunuz? Bakın şimdi, İslam’ın
şartı beş, siz başörtüsü diye altıncı bir şart varmış gibi
konuşuyorsunuz...”
Kenan Rifai ve müritleri, bu tür konulardaki
ısrarı, “taassup” olarak niteleyerek, bu taassup’un İslam’ın özüne zarar
verdiğini savunuyorlar. Kubbealtı’ndan Sait Başer, “Taassup, dinin özünü
kavrayamadan, şekilde takılıp kalmaktır. Mutaassıplar İslam’ı savunuyormuş gibi
gözükse de aslında İslam’a hep zarar vermişlerdir” diyor ve iki de çarpıcı
örnek ekliyor: “İşte Humeyni, İşte Cemalettin Kaplan...” Başer’in bir de
ilginç yaklaşımnı var: “İnsan İslam
için değil, İslam insan içindir...”
Gerek Ankaralı Rufailerin, grekse radikal İslamcıların
Kenan Riufai ve Samiha Ayverdi ekolüne yönelttikleri en sert eleştiriler tesettür ve
dolayısıyla kadın konusunda odaklanıyor.Radikal kanatta yer alan İktibas dergisinin Yayın Yönetmeni
Ercüment Özkan’ın Kenan Rifai grubuna yönelttiği eleştiri şöyle;
“Rifailer, entelektüel geçinen laik zihniyete sahip insanlar. Bunlar tesettürü,
namazı-niyazı pek önemsemiyorlar. Bırakınız tesettürü, kadınların herkesin
içinde denize girmesini bile kabul ediyorlar. Bir Müslüman olarak bunları doğal
karşılamak mümkün değil...”Kerameti kendinden menkul. İstanbul ve Ankara grubunun
önemli ihtilaf konularından birisi de “burhan-havarik” gösterileriydi. Daha modern
ve zamana uyumlu görünen İstanbul Grubu, bu tür gösterilerin gereksiz olduğunu
savunuyor. Doç. Mustafa tahralı, “Büyük şeyhler bu tür gösterileri çok nadiren
yapmışlar. Çünkü esas havarik yani harikuladelikler insanın gönlünü kazanabilmek
noktasında düğümlenir. Esas keramet de budur” diyor Tahralı, bu sözleriyle Yaşar
Nuri Öztürk’ün “Bir anlamda propaganda” diye nitelediği bu tür gösterilere
karşı çıkıyor. Ankaralı Rufai Şeyhi Galip Kuşçuoğlu ise, “İnsanlar hiçbir
şey yapmaya muktedir değildir. Fakat Allah, kısmen de olsa varlığını göstermek
için bazı imkanlar bahşetmiştir. Bunlar yadırganacak şeyler değil” sözleriyle
savunuyor yaptıkları gösterileri. Radikal kanattan Ercüment Özkan ise kesin tavrını
koruyor: Bu tür gösterilerin muhatap alınacak bir tarafı yoktur...”Laikliğe
merhaba. Bütün Müslüman cemaatler arasında ta başından bu yana tartışma konusu
olan laiklik, değişen şartlarla birlikte farklı yorumlara, değişik yaklaşımlara
sahne oluyor. Bunda hiç kuşkusuz, Avrupa’da birtakım toplumsal çalkantılardan sonra
benimsenen laikliğin, Türkiye’de tepeden inmeci bir
yöntemle dikte ettirilmesinin önemli bir payı var. Rufailerin gerek İstanbul, gerekse
Ankara kanadı laikliğe toz kondurmuyor. Kubbealtın’dan Sait Beşer, “iyi ki
laikiz” diye başladığı sözlerini şöyle sürdürüyor: “Radikal İslamcıları,
Humeynicileri, Vehhabileri gördükçe ‘çok şükür laik iz’ diyorum...” zaten
Kenan Riafi de, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılması üzerine kendisiyle görüşmek
isteyen bir gazeteciye, “yapılanları tamamiyle tasvip ettiğini, çünkü mevcut
dergahların hiç birinin bir irfan müessesesi olmadığını” söylüyordu. İşte
asıl kıyamet bu noktada kopuyordu. Ankara grubunun da benimsediği bu düşünceler,
radikal İslamcılar için bardağı taşıran son damlaydı. “Haydi, her şeye
eyvallahtı, ama gerek laiklik, gerekse tekkelerin kapatılması nasıl savunulabilirdi?
‘Bana Kenan da derler, şeytan da’ diyen Kenan Rifai’nin şeytanlığı bu noktada
da ortaya çıkıyorsa başka nerde
çıkacaktı? Sürekli olarak şekilciliğe ve tassuba karşı çıkan Kenan Rifai ‘Din
Ahlaktır’ derken sadece laik ahlakı mı kastediliyordu acaba? ...” oysa, Doç.
Mustafa Tahralı laiklik yorumuna hayli Atatürkçü bir bakış açısı getiriyordu.
“Burada ki şartlar namaz kılmama, oruç tutmama, hacca gitmeme mani oluyor mu benim?
Atatürk benim meleklere inanmama bir şey dedi mi? “Biz geldik, gider olduk”
tasavvufun farklı pratiklerini ifade eden tarikatlar arasındaki tartışmalar, dün
olduğu gibi bu günde devam ediyor. Yeniden yapılanmanın ve iki ayağı üzerine
sağlam basmanın sancılarını yaşayan İslamcı düşünce açısından tarikatlar,
kimi zaman yıpratıcı, kimi zaman da onarıcı bir rol oynuyor. Burada politik
dengelerin en önemli etkileri var hiç şüphesiz. Şeyh Galip Kuşçuoğlu
“Nakşilerin politik bir yönü var ama bizim böyle meselemiz yok” derken önemli bir
gerçeğe temas ediyor. Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarlarından Uğur MUMCU da bu görüşü doğruluyor ve “evet, bunlar
politika ile uğraşmadıklarını söylerken samimidirler. Gerçekten de siyasetle pek
ilgileri yoktur. Bunlar gösteriye ağırlık verirler. Dümbelek, zurna, şiş, filan
...” diyor.
Ancak, özellikle
Ankara’lı rufailerin dikkat çeken tavrı, kendilerini daha rahat ifade edebilmek için
kaygan olmayan zeminler aramaları. Bunu bir anlamda Şeyh Galip Kuşçuoğlu’da
doğruluyor. “sanki biz eskiden ayin yapmıyor muyduk? Yapıyorduk elbette, ama gizli
yapıyorduk. Neden, çünkü bize, bunun suç olduğu söylenmişti hep. Halbuki kanunlar açık, 26 Mayıs 1987 gün
ve 19471 sayılı Resmi Gazete de yayınlanan kanun değişikliği, ‘İbadet ve ayin
yapılmasının men ve ihlal eden kimseye’ ceza öngörüyor. O halde neden
gizlenelim?”
Bu tür gelişmeleri olumlu açıdan değerlendirenler sadece rufailer değil elbette.
“İslam ve siyaset” kitabının yazarı Gencay Şaylan da benzer noktalara değiniyor.
“şimdiye kadar tarikatlar hep yer altında yaşamaya zorlanmışlar. Böyle bir
açılma süreci hiç kuşkusuz son derece olumlu. Özgürlükleri temel alıyorsak, bu
insanlarında su yüzüne çıkmaları gerekli.” ister İstanbul’daki entelektüel ve
akademik ağırlıklı kanadıyla, isterse Ankara’daki geleneksel kanadıyla olsun
gündeme gelen rufailer, çeşitli konulardaki tavırlarıyla hayli “Atatürkçü” bir
görünüm sergiliyor ve regalize olmak için atılım yapıyorlar. Bu ise, bir süre
sonra diğer tarikatlarında gün ışığına çıkacağını gösteriyor. Fehmi
Koru’nun şu sözleride bir başka açıdan bu gerçeğin altını çiziyor.: “Tarikatlar, İslam’ın dış baskılar nedeniyle içe
kapandığı dönemlerde, Müslümanlar için bir sığınak olmuştur. İnsanlar, İslami
kimliklerini dervişlik ile korumaya çalışmışlardır. Yürütülen sistemli
kampanyalar ve onları bir yer altı örgütü gibi gösterme çabaları başarılı
olamamıştır. Türkiye’de tarikatların Osmanlı dönemine göre daha yaygın bir hale
gelmesinin bir sebebi de budur...”
Şeriat
1400 Sene Önce Geldi |
 |
Galip Kuşçuoğlu,
Ankara’da faaliyet gösteren Rufailerin yirmi yıllık şeyhi. Basına karşı
açıklığıyla tanınan Kuşçuoğlu, din ve dünya meseleleri üzerindeki
görüşlerinin bilinmesinden yana. Altmış dokuz yaşında olan Şeyh Galip kuşçuoğlu
sorularımızı yanıtladı.
Nokta: Son
yıllarda Rufailer, özellikle yaptıkları ilginç ayinlerle sık sık gündeme
geliyorlar. Bunun sebebi nedir?
Kuşçuoğlu:
Türkiye’de inanan insanların yüzde yetmişi-sekseni ehl-i tariktir. Bu yüzden
günümüzdeki yasaklar gülünç olmaktadır. Bu meseleler yıllarca kapalı kaldığı
için çok korkulmuş. Biz kanunlara aykırı değiliz, beşerin şerrine değil,
hayrınayız, niye korkalım, niye çekinelim? Bunu meydan okumak için de yapmıyoruz,
sadece safiyetimizi gösteriyoruz. Biz melanet üzere kurulmuş örgüt değiliz ki...
Nokta: Tekke ve
zaviyelerin kapatılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kuşçuoğlu:
Atatürk bazı prensipleri zaman öyle içiap ettiği için getirdi. Biz Atatürk’e
müteşekkiriz, başka yobazlar gibi değiliz. Allah’ın bir lütf-ü ihsanıydı bu
millete, yoksa bu millet çoktan yok olurdu. Bunlar yağcılık değil, hakikat.
Nokta:
Özellikle fıkıhçılar, tasavvufa ve tarikatlara karşı çıkıyor. Bu konuda neler
düşünüyorsunuz?
Kuşçuoğlu:
Tasavvufu tartışmak bilgisizlik ifadesidir. Tasavvufsuz din olmaz. Allah’ın emri
sadece şekilden ibaret değildir. Fani malzeme ile Allah bilinmez.
Nokta: Peki
tarikatların aynı zamanda siyasi birer organizasyon olduğu söyleniyor.
Kuşçuoğlu:
biz her partiyi severiz. Muhalefet yoktur bizde. “Allah ne vermişse adalettir”
hükmüne bağlıyız, boyun eğeriz. Daha
güzel olması için de Allah’a dua ederiz.
Nokta: Ama
Müslümanların böyle boynu bükük olmasını kabul etmeyen, mücadele edilmesini
isteyenler var...
Kuşçuoğlu:
Hal ehl-i hizmet eder, fitne çıkartmaz. İşte bazıları bir yol tutturmuş,
Atatürk’e ne kadar saldırırsa o kadar Müslüman olduğunu sanıyor. İlim
öğrenmişler, ama dünya görüşü eksikliği var. Dini katılaştırıp kurallara
hapsetmişler. Oraya bakma günah, buraya bakma günah. Teknolojiye karşı çıkarlar,
hiçbir şeyi kabul etmezler.
Nokta: Bütün
bu söyledikleriniz çerçevesinde geleceği nasıl görüyorsunuz?
Kuşçuoğlu: Bugün
fikir hürriyeti laiki veçhile veriliyor. Zaten verilmek zorunda. Çünkü birçok
uluslar arası anlaşmaya imza koymuşuz.
Bunlarda vicdan hürriyeti deniliyor, ama devlete zarar verirse müdahale eder. Fakat niye
bunun dışında müdahale ediliyor? Zulüm olmuyor mu bu? İster komünist olsun, ister
faşist, isterse bilmem ne olsun, adam bunu benimsemiş, düşüncelerine hürmet gerekir.
Türkiye’de bu
konuların kapalı ve istismara müsait durumdan çıkartılması ve diyalogun başlaması
çok önemli. Bu sebeple, siz de sevap işliyorsunuz...