bilim_dergisi_kapak.gif (25866 bytes)


Bilimin Açıklayamadığı Bir Olay

FİZİĞE KARŞI
METAFİZİK

Yunanistan’da,  Bulgaristan’da acı duymadan çıplak
ayakla ateşte yürüyenler, Hindistan’da çivilerin
üzerinde yatanlar var. Ülkemizde de vücutlarına şiş
batırdıkları halde acı duymayan, yara izi
taşımayanlar var... Bunu inançla başardıklarını
söylüyorlar.

Doksan bin kişi hacca gelmişti o yıl... Seyyid Ahmed el Rufai ve yakınları da bunların arasındaydılar. Kabe tavafı bittikten sonra, Merkad-i Şerif diye isimlendirilen H.Z. Muhammed’in kabrinin bulunduğu yere gelindi.
Seyyid Ahmet el Rufai ki isminin başında “Seyyid” sıfatı peygamberin soyundan geldiğini gösteriyordu

Galip Efendi "burhan'a" başlarken önce
şişi mesh ediyor.sonra yanağın içinden saplıyor şişin ucu dışarıda: Acı ve Kan Yok.

Aldığı manevi bir işaretle ileri çıkarak seslendi. -          Esselamü Aleyke ya Ceddi... (Ceddi = eddim, atam)Aralarında İslam aleminin pek çok ileri gelen şahsiyetinin de bulunduğu cemaat ne olduğunu anlamaya çalışırken Merkad-i Şerif’ten son derece gür bir ses yükseldi.

 

-          Aleykesselam ya veledi... (Veledi = çocuğum)
 
Herkes bir anda adeta taş kesti olduğu yerde. Çıt çıkmaz oldu. Peygamberin vefatından beş yüz sene sonra meydana gelen bu mucizevi hadisenin kimse hiçbir safhasını kaçırmak istemiyordu.
Seyyid Ahmet el Rufai gözlerinden yaşlar akarak biraz daha yaklaştı Merkad-ı Şerif’e:

-          Şimdiye kadar uzaktan ruhum gelir ve huzurunda yer öperdi... şu anda nöbet vücudumdadır... dudaklarımın mübarek elini açıktan öperek şereflenmesine izin ver...

 Heyecandan neredeyse nefes almayı dahi unutacak raddeye gelmiş topluluğun donmuş bakışları altında Merkad-i Şerif’ten bir el ileriye doğru uzandı. Seyyid Ahmet el Rufai kendini toplayıp diz çöktüğü yerden doğruldu... İyice yaklaştı ve eli öptü...
 Aynı anda, bir insan seli zembereğinden boşalmış gibi bir birini ezerek Merkad-i Şerif’e doğru akmaya başladı... Ama el çekildi birden.

 O  zamana kadar zar zor ayakta durmaya çalışan Seyyit Ahmet el Rufai, ilahi zelzelenin bu şiddetteki sarsıntısına dayanamadı ve Allah’ını seven beni çiğnemeden geçmesin... diyerek kendisini yere attı. Mahşer yerine dönmüştü bir anda Merkad-i Şerif’in önü. Kimse ne diyeceğini, ne yapacağını bilmiyordu... Gırtlaklarda düğümlenip kalmıştı sözler. Aralarında seyyid’in yakınlarının da bulunduğu bir grup kendinden geçmiş halde, sağda solda buldukları şivri şeyleri vücutlarına saplamaya başladı.  Çivi, şiş, bıçak, kama... ne rastlarsa ve nereye rastlarsa saplandı. Ahmet el Rufai’nin ısrarıyla içlerinden bazıları O’nun bedenine de yönelttiler bu aletleri. Gece yarısına doğru ortalık yatıştığında, kimse gördüklerinin rüya olduğunu düşünmüyordu.  

Dönemin tasavvuf akımları arasında büyük dalgalanmalara yol açtı bu olay. Pek çok şeyh dergahını kapayıp Ahmet el Rufai’ye mürit olarak geldi. Seyyid’le aynı yıllarda yaşamış İslam büyüğü Abdulkadir Geylani, o’nun “Evliya üzerine hücceti ilahi” olduğunu söyledi. Geylani’nin vefatından sonra tasavvufi mertebelerin en yükseği kabul edilen Gavs-ı Azam’lık Ahmet el Rufai’ye intikal etti.

Hicri 555 senesinde meydana gelen bu Hac ziyareti olayından sonra Ahmet el Rufai dergahında değişik zamanlarda benzer merasimi gerçekleştirdi. Tasavvufi sohbetlerinde, vücutlara sivri şeyler sokulması, ateşe girilmesi ve kılıç çalınmasının Rufailere Peygamber hediyesi olduğunu söyledi.
İşte dokuz yüz yılı aşkın zamandan beri Rufailer “delil” (Kanıt) anlamına gelen BURHAN  geleneğini yaşatıyorlar.

         Devrinde yazılmış İslam kaynaklarının tamama yakınında teferruatı verilen bu anlatıma ister itiraz edin ister kabul. Ama bilin ki günümüzde de-tabii artık çiviyle falan değil güzel dizayn edilmiş şişlerle- benzer olayı gerçekleştirenler var.

         Pek çok ülkede kendi vücuduna olmadık eziyeti yapan, hatta bunu gösteri olarak düzenleyip sahneye çıkan onca insan dururken “Burhan”ın farklı ve ahım şahım bir tarafı yokmuş gibi görünüyor. Yanağına şiş sokmuş biri daha... o kadar... Ama işin aslı böyle değil. Temelde esaslı ayrılık noktaları var.  Burhan yapan kişi sadece kendi vücudunda değil başkalarının vücudunda da gösteriyor “ilahi el” den kaynaklanan gücünü,. Kılıç, ateş ve şiş burhanlarının pek azında şeyhi olayın içinde görmek mümkün.

         Yanlamasına karına gömülecek kadar saplanan kılıç çekilirken yarayı “mesheden” ve anında kapanmasını sağlayan;  erimiş metallerin bulunduğu potalara Bismillahirrahmanirrahim..” deyip elini daldıran; göz bebeği ve kalp dışında bütün uzuv ve organlara şiş saplayabilen hep aynı kişiler..Üstelik karşılarında-kilerin belli inanç bağlılığında olması da gerekmiyor.. Kendisine burhan yapılan kişinin Müslüman olmasıyla olmaması arasında fark yok yani.

*

       Ankara’nın biraz dışında, küçük bir bahçe içine inşaa edilmiş iki katlı bir evdeyiz. (L) şeklindeki salonun halılar dışındaki bütün eşyaları bu gecelik kaldırılmış. Girişte sol tarafta “mutrip heyeti” sağ tarafta da Gelip Efendi ve etrafında halka oluşturmuş yirmi-yirmibeş kişi var. “Efendi” nin üzerinde petrol mavisi yakasız bir cübbe, başında da koyu yeşil namazlık takke göze çarpıyor. Yarısı aklanmış sakalı son derece düzgün. Zaten iri sayılabilecek gövdesi oturduğu “mevki” ile birleşince daha bir heybetli görünüyor.

         Mutrip heyeti hazırlığını tamamlarken o sohbet ediyor çevresindekilerle.. Kah tebessüm ediyor. Kah asıyor yüzünü.. Sadece sözlerinin değil yüz hareketlerinin de dikkatle izlendiğinin farkında.

         Vaktin tamam olduğunu belli eden hareketiyle önce bir sessizlik ardından da, iki ney, iki bendir(def) ve bir kudümden oluşan “mutrip heyeti”   Itri nin ünlü bestesiyle Tekbir’i seslendirmeye başlıyor. Halkadaki kişiler de “Allah-u Ekber... Lâilaheillallah..”

         Diye alçak sesle katılıyorlar topluluğa. Salonda manevi bir havanın ilk rüzgarları olarak kulaklara çarpan ilahiler birbiri peşinden devam ederken Galip Efendi’nin işaretiyle “zikir” başlıyor. Allah’ın isimlerinin tekrarlanması anlamına gelen zikir... Lailaheillallah.. Ya Allah.. Hu Allah.. Hayy Allah. İsimlerinden birisi belli sayıda tekrarlandıktan sonra diğerine geçilerek sürdürülüyor. Vücut ve baş sağa sola sallanırken halkada tam bir uyum var. Baş sağa dönük, vücut sağa eğilmiş haldeyken “Lailahe..” heceleri nefes alınarak söyleniyor, solda “illallah..” denilirken nefes veriliyor. Her ismin zikrine ilk başlandığında normal çıkan sesler, daha sonra yerini genizden gelen nidalara bırakıyor. En sonunda da isim zihinde tekrar edilirken sadece nefes alıp verilerek sürdürülüyor zikir. Galip Efendi bir ismin tekrarının  sona erdiğini elini çırparak belli edene kadar halkadakiler durumlarını değiştirmiyorlar.

         Toplam bir saate yakın süren zikrin sonuna doğru önce “Efendi” arkasından da diğerleri ayağa kalkıyorlar.

         Uzun yıllardır yapılmadığı için kimsenin “Burhan” a ilişkin görgüye dayanan bilgisi yok. Ama herkes beklenen anın gelmekte olduğunu hissediyor. Nitekim Galip Efendi ayakta birkaç kişiye işaret ediyor ve onlar geriye çekilip hazırlanmaya başlıyorlar. Halka, ayrılanlar dolayısıyla küçülürken zikir kesilmiyor. Arkadakilerse bellerinden yukarısı çıplak kalacak şekilde soyunuyorlar. “Efendi” arkadaşlarımız ve davetli uzman doktorlara “Burhan” izleyebilmeleri için yer açıyor. Yanında duran küçük bir valizden aldığı şişleri de kınlarından çıkarıp kontrol etmeleri için müşahitlere uzatıyor.

         Baş tarafında ağaçtan bir topuzun bulunduğu şişler elli santimetre kadar uzunlukta ve çelikten yapılmış. Kalın yuvarlak tarafı topuzun içine gömülmüş.. İncelerek oluşturduğu uç ise iğne sivriliğinde. Saplanmaya elverişliliği açık şekilde görünüyor ama insana acı vermeyeceğine inanmak oldukça zor.

         Soyunanlar önce teker teker Galip Efendi’nin önüne gelip ellerini göğüslerinde çapraz şekilde bağlayıp eslam veriyorlar.. Zikir devam ediyor.. İlahiler sürüyor. “Efendi” ilk şişi alıp birisine yaklaşıyor ve Burhan için dua okumaya başlıyor. On-on beş saniye kadar süren bu bekleyiş sırasında bütün gözler üzerinde.. Karşısındaki kişiye ağzını açmasını söyledikten sonra şişi önce mesh ediyor sonrada yanakların içn tarafına doğru bastırıyor. Metalin parıltısı yanağın dışında görüldüğünde, şişin topuz kısmını, burhan yapılan kişiye veriyor, kendisi yeni bir şişle bir başkasına yöneliyor.. Bu defa üstten dik olarak göğüse saplanıyor şiş. Sağ memenin üzerinden biraz girdikten sonra herhangi bir sebepten ilerlemiyor. Galip Efendi topuz kısma avucunun içiyle sertçe bir darbe vurunca biraz daha giriyor ve “yerleşiyor”..

        Arkasından birisinin karnına bir başkasının daha yanağına vuruluyor şişler.. Gırtlağa saplayacağı zaman ise daha önce anlattığı ihtimali hatırlayıp dikkat etmeleri için “müşahitler”i uyarıyor Galip Efendi. Atar damarların yoğun olduğu boyun bölgesinde kanama olabileceğini ancak şiş sokmanın bir burhan, kan çıkmasına mani olmanın da bir başka burhan olduğunu dinlemiş olanlar yine de merakla bekliyorlar. Şiş boğazın sağ tarafından giriyor.. Görünürde kan yok.. Soldan çıkıyor..

        Vücutlarına burhan yapılmış kişilerin de katılmasıyla merasim doruk noktasına ulaşıyor. Halkadakiler yerlerinde duruyorlar, burhan yapılanlar ise içerde bir daire teşkil edecek şekilde yürüyerek zikrediyorlar. İç içe iki halkanın merkezinde Galip Efendi var. O oldukça yavaş bir şekilde kendi etrafında dönüyor.

         Merasimin sonuna doğru çekiliyor şişler.. Yanağa sokulanlar alınıyor önce.. Yerlerinde ufak bir kızarıklık dışında bir şey görünmüyor. Karna saplanan şiş ise çıkmıyor ilk çekişte.. O yüzden şiş kıvrılarak alınıyor. Göğüse saplanan kolay çıkıyor.. ama boğazda kanama var. Şiş çekiliyor ve “Efendi” baş parmağını dudağına götürüp hafifçe ıslattıktan sonra kanayan yeri sıvazlayınca kan kesiliyor.

         Galip Efendi burhan yapılan kişileri teker teker bir kere daha kontrol edip yara yerlerinde normalin dışında bir şey olup olmadığına bakıyor. Şiş ilk çekildiğinde kanama görülmeyip sonradan ortaya çıkarsa bu sırada mesh edilerek durum düzeltiliyor. Birkaç gün varlığını koruyan şişin girip çıktığı yerdeki kızarıklıkların tasavvuf lugatında adı “Burhan Gülü” Açtığı yerin cehennem ateşinden kurtulacağına inanılıyor.

         Galip Efendi’nin oturmasıyla salondakiler merasimin başlangıcındaki yerlerini alıyor. Ev sahipleri çay ikramı için izin isterken sohbet yeniden başlıyor. Ama bu defa sözün tek mevzuu var: Burhan..

         Muhabir arkadaşlarımızdan birinin koluna yapılan burhandan sonra acı hissetmediğini anlatmasıyla biraz daha heyecanlanıyor topluluk. Galip Efendi doktorlara değerlendirmelerinin ne olduğunu sormuyor. Ama burhanın kendisinin arzu ettiği gibi geçtiğini saklamıyor.

 Evlere gidilmek için kalkıldığında “Efendi” nin manevi varlığına saygının daha bir perçinlendiği orada bulunanların davranışlarından anlaşılıyor. Arabalara yerleşildikten sonra koluna burhan yapılan gazeteci hissettiklerini şöyle anlatıyor.

        “Şişi girerken her safhada hissettim. Soğuk bir şeyin etimin arasında ilerlemesi garip bir duyğu. Dokuların parçalandığının farkındayım. Bir tek eksik ağrı olmaması.. Galip Efendi şişi çekip çıkardığında ben hala ağrı bekliyordum. Çıkarken ilk hamlede bir acı hissettim.. Tüy çekilmesi gibi hafif ama hissediliyor.. Çıktıktan sonra ise şişin girip çıktığı yerlerdeki delik ve kızarıklıklardan başka bir iz yoktu. Ama insan gayrı ihtiyari o koluna yaralı muamelesi yapılır.. Durumu kabul edene kadar bir saat kolumu bükmedim. Sanki bükersem ağrıyabilirmiş gibi geliyordu bana. Sonra bir şey olmadığını anladım tabii..”

         Aynı gazeteciyi burhan gecesinin birkaç gün sonrasında arayan muhabirlerimize kendisinin ovalayarak ve kaşıyarak yara yerine bir gün daha fazla tanımayı başardığını öğreniyorlar. Ne ağrısı, sızısı, ne de yara yerinden kaynaklanan bir başka problemi var..

H.Galip Kuşçuoğlu
“Burhan, insanları
 irşad için verilmiş bir
lütûftur...”

H. Galip Kuşçuoğlu, ülkemizde tasavvuf çevrelerinin önde gelen simalarından birisi. Şeyh Abdülkadir Geylâni ve
Seyyid Ahmet el Rufaî’den kaynaklanan, köklü geleneklere sahip iki ekolün müştereken “halifesi” olarak biliniyor.
Kuşçuoğlu 1922 yılında Çorum’da doğmuş. Ortaokulun ikinci sınıfına kadar öğrenimini sürdürmüş, sonra da bırakıp mobilyacılığa başlamış. Çıraklıktan girdiği bu meslekte bugün yetiştirdiği ustaların çokluğu ile de tanınıyor.
On beş yıldan beri “Efendi” olarak anılan Kuşçuoğlu dergimizin isteğini kırmayarak, gelenek olarak korunan ama pek de yapılmayan BURHAN’ı tekrarladı. Ve İslam dünyasında ilk kez olmak üzere fotoğraflanmasına izin verdi. Kuşçuoğlu, tasavvuf, burhan ve bilim konularda kendisine yöneltilen soruları da cevaplandırdı. 

4.jpg (65871 bytes)


         Soru- Tasavvufa yönelişiniz nasıl oldu
        Kuşçuoğlu- Haki katı arama hissi,  küçük yaştan itibaren beni meşgul etti. Bazı yaşantıları tasvip edemiyordum.. almıyordu aklım mantığım. Bu durum benim tasavvufa yönelmeme sebep oldu. 

            Soru- Kendi kendinize bir yöneliş mi, yoksa bir “yol göstericiye” ihtiyaç duydunuz mu? 

         Kuşçuoğlu- Elbette duydum.. Hatta önceleri bu yol göstericiyi kabul edemedim. Zira aklın mantığın ölçülerine sığmayan hadiseler bunlar. Fakat sonra ustasız sanatın haram olduğunu idrak ettim. Maddede böyle olduğu gibi manada da bunun böyle olduğunu anladım. Çünkü bir yere varamıyordum.. Yüksekliğimi hissediyor fakat tutunamıyordum.. Allah’a tertip etmiş olduğu bir prensibin dışında yaklaşmanın imkanı olmadığını yaşayarak gördüm. Bir gün manen işaret edilen bir mürşide müntesip oldum. 1950 de.. 1968 senesinde de üstadımızı kaybettik..

         Soru- Kur’an’da emredilen ibadetleri yapmanın dışında tasavvufu da yaşamayı gerekli kılan sebep ne?

          Kuşçuoğlu- Tasavvuftan kasıt gerçek İslamı yaşamak. Maddesiyle ve manasıyla. Yalnız maddeyle ve şekille yaşamaktan tatmin olmuyor insan, yani imanını ayakta tutamıyor.. Hele bugün için daha da gerekli bu. Yoksa babamdan, atamdan böyle duydum. Falanca hoca şöyle dedi.. Kafi değil. Zaten tasavvuf bunun ötesi. Bir eşyaya “ilmel yakin” olmak onun fizik özellikleriyle tanımaktır. Eni, boyu şu.. Niteliği şu olan bir masa denildiğinde insan tasavvur edebilir. Ama hiç görmekle bir olur mu?... İşte tasavvufta “aynel yakin” olmak arzusu var.. Yani görmek arzusu. Tabii bakmakla görmek farklı şeyler.. Peygamberimiz Allah’a “Ya Rab.. Bana eşyanın hakikatini göster” derken murat ettiği yakınlık, Allah’ın subiti dediğimiz sıfatlarına aşinalık isteği tasavvuf. Ben bir tarihte şahitlik için mahkemeye gitmiştim.. Hakim “gördün mü?” diye sordu. Karı koca arasında cereyan etmiş bir şey, ben nerden göreyim dedim.. “Olmaz böyle şahitlik” diye dışarı çıkardılar beni. Düşününce hak verdim hakime.. Dünya hayatında G”gördün mü?” diye soruyorlar da ahi rette sormayacaklar mı? Bu dünyada görmeyen ahi rette göremez.. Yani bir hayale gitmektense hakikatleri yaşamak tasavvuf. Bilerek yaşamak. İlim Allah’ı bilmektir.

          Soru- Tasavvufi akımlar tarikatlar değil mi?

         Kuşçuoğlu- Tarik kelime olarak, yol, demek. “Kat” da kat etmekten gelir. Tarikat “kat edilen yol” veya “Yol kat etmek” manasına geliyor.

          Soru- O zaman herkesin kendine göre bir yolu çıkar ortaya..

        Kuşçuoğlu- Doğru. Öyle zaten. Allah’a giden yol., mahlukatının sayısının nefesinin adedinden de çoktur, buyruldu. Her yol Allah’a gider.. Çünkü O’ndan başka kuvvet kudret varlığı yok. Ama Allah’ın rahmetine giden yol var, Allah’ın gazabına giden yol var. Yoksa herkes bir yol üzerinde.. Kafir de bir yol üzerinde, imansız da.. O da bir yere gidiyor..

          Soru- Tasavvuf bir manada güzergah tespitine mi imkan veriyor?

Kuşçuoğlu- Basit bir anlatımla tabii.. Ama onun ötesinde insanın mana olarak yükselmesi.. insan sureta değil sireta insandır.. Sireta yani görünüş olarak mahluktan ibrettir. Ama diğer mahluklara benzemez şerefli mahluktur. İnsan dinen sabit ki en güzel simada yaratılmıştır. Ama bu şekli güzellik kafi mi? İşte insan sureta değil sireta insandır, deken bunu anlatmak istiyorum. Yani mana bakımından insan insandır. Böyle olunca kişinin sadece nefis yönünü ihya etmesi kişiye yeterli midir? Ahret için değil, dünya için dahi yeterli midir? Kanaatimce değildir.. Zira O’nun yaratılışına muhaliftir.. Zira O’nun yaratılışına muhaliftir hali.. dışını ne kadar süslerse süslesin içi haraptır. Bu harabatın farkındadır kişi. Nasıl acıktığımızı hissediyorsak manevi gıdamızı alamadığımızda da durum farklı değildir. Kişi gıdayı alamazsa bir bunalım içine girer. Zamanla bunalım da nefse tabi olabilir ve kişi böyle bir halin olmadığı kanaatine varabilir. Ama bir yerde nükseder bu hal.

         Soru- Nasıl nükseder?

         Kuşçuoğlu- Bunalım olarak.. Şimdilerde stres falan diyor doktorlar. Bugün beşeriyetin hayattan bıkması, usanması, hiçbir zaman tatmin olamaması, hatta tatmin olamadığı için elinden gelse dünyayı tahrip etmeye kalkışması bundandır. Neden?.. Çünkü yaratılış gayesinin dışına çıkıyor insan. Allah korusun biz hayvan olsaydık çok korkunç yaratık olurduk. Ama bazı simalarda görülüyor bu hal. Dünyayı ateşe veriyor, gözünü bile kırpmıyor çağımızda bazı insanlar. Ben yaşayayım da gerisi ne olursa olsun, diyor.. Halbuki kendiside yaşamıyor, farkında değil zavallı.

          Soru - tasavvufi akımların yani yolların ortaya çıkışı nasıl?

         Kuşçuoğlu-  Peygamberimizin sağlığında gerek yoktu tabii.. İslam hakikati yaşanıyordu. Ancak daha sonra belirdi bu ihtiyaç. İnsanlar manevi dünyalarında eksiklik hissettikleri zaman bazı şahısların yolunu takip etmiş bilahare bu yol izlenen kişinin ismiyle anılır olmuştur. Peygamberimiz, benim sözlerim şeriattır, fiilim tarikattır, hallerim hakikattir. Buyurmuş. Allah’ın tek bir emrine uysa dahi kişi şeriat üzeredir. Ben şimdi kelimeleri rasgele anıla geldiği gayri hukuki anlamda kullanmıyorum.. Onun için baştan beri şeriat , tarikat kelimelerinin gerçek anlamlarında kullanıldığını belirteyim.

          Soru- Kadiri ve Rufai akımları aynı çağda mı ortaya çıktılar? 

Kuşçuoğlu- Seyyid Abdülkadir Geylani Hazretleri, Ahmet el Kebir Rufai Hazretleri gibi kişiler Allah’ın sevgili kullarıdır, zira Peygamberimizin yolundan kesinlikle ayrılmamak için gayret etmişler ve bunda muvaffak olmuşlardır. Zaten her ikisi de Peygamberimize akrabadır.

          Soru- Her iki İslam büyüğünün birbirlerinin dergahına girenleri kendi defterlerine yazdıkları söylenir..

         Kuşçuğlu doğru.. Bu dergahlardan birisine intisap eden kişi kendiliğinden diğerine de intisap etmiş sayılır. Aynı tarihlerde yaşamış iki büyük zat tabii. Birbirlerine “kardeşim” diye hitap ederlermiş.

          Soru- Burhan’ın anlamı ne?

          Kuşçuoğlu- İnsanları irşat için Cenabı Hak’ın verdiği bir lütuf. Yani maddeden başka bir şeyi kabul etmekte insanoğlunun zorluğunu bilen Allah’ın maddenin de üzerinde bir kuvvetin, kudretin bulunduğunu idrak etmeleri için verdiği bir lütuf. Biliyorsunuz peygamberlerde zuhur eden olağanüstü hallere mucize diyoruz. Böyle haller evliyalarda da meydana gelir.. ona keramet diyoruz.. bir kerametin nesilden nesile sürdürülmesi ise burhandır.

           Soru- Kaç türlü burhan var?

Kuşçuoğlu- Ateş, kılıç ve şiş burhanı var.. Hepsinin veriliş sebebi ve vesilesi ayrı tabii. Kılıç burhanı Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmesi  hadisesi sırasında ona bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Hadise bilinir.... Allah’a dua ederek bir oğlu olması halinde istediği kurbanı vereceğini söyledi. Oğlu doğdu.. Ancek sonradan Hz. İbrahim ne kadar kurban kestiyse Allah kabul etmedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim Allah’a iltica ederek sordu: “Neden kurbanlarımı kabul etmiyorsun yarabbi?” Allah kendisine sözünü hatırlatarak oğlunu kurban etmesini söyledi.. Hz. İbrahim dua ederek kavuştuğu oğlunu. Verdiği sözden dönmemek için kurban etmeye kararlı olarak bir tepeye çıktı. Çocuğu gözlerini bağlayıp yatırdı. Ancak yaptığı hiçbir halede kılıç kesmedi İsmail’in boynunu.. Kılıcı taşa vurdu.. Taşı ikiye böldü.. Keskinliğine diyecek yoktu.. Ama İsmail’in boynuna gelince işlemiyordu metal. Hz. İbrahim kılıcı elinde tutup bağırdı.. Neden kesmiyorsun.. beni Allah’a asi mi edeceksin?.. Kılıç dile geldi ve “Ne yapayım Ya İbrahim sen kes diyorsun, Rabbim kesme diyor” dedi.. Malum daha sonra Hz. Allah bir koç gönderdi kendisine.. Şimdi masal gibi geliyor bu bazısına ve diyor ki: Kılıç kesmez mi?” Eeee bugün de kesmiyor.. İşte ispatı. Hz. İbrahim’i ateşe attılar biliyorsunuz. Tarihi vak’a ve hala yerleri duruyor. Hatta ateş o kadar büyüktü ki kendisini mancınıkla attılar alevlerin üzerine.. Ateş yakmadı Hz İbrahim’i.. “Nasıl olur.. Ateş yakmaz mı” diyen olursa.. Bu gün de yakmıyor. Allah’ın emrine tabidir ateş de.. İstemezse yakmaz.

           Soru- Sizin niteliğinizdeki kişilerin önemini azaltmış olmuyor musunuz?

          Kuşçuoğlu- Bunlar madde üzerindeki kuvvet ve kudreti ilahinin delilleri başka bir şey değil. Bizim elimizde bir şey yok.. Hatta hasta oluyorum ben. Acaba Rabbim vermeyiverir mi diye? Öyle ya. Ben marangozum. Deyin ki şunu yap, sanatımın yettiği kadar onu ortaya çıkarırım. Ama bu.. Allah’ın yeddi kudretinde. Rabbım perişan etmez inşallah.

          Soru- Üç burhan’ın üçünü de denediniz mi?

         Kuşçuoğlu- Hayır. Ama verilir mutlaka. Bir selahiyet verildi mi hepsi mi hepsi vakidir bunların. Bugün şiş burhanı hepsinin fevkinde ve en tehlikelisi kabul ediliyor.. Kılıçla kesilen yer kapanmazsa hastanede dikiş vurulabilir. Ateş yakarsa insan durmaz çekilir.. Ama şişte bedenin içine yapılan bir müdahale söz konusu.

          

Prof . Naci Bor


“Açıklayamayınca olağanüstü diyoruz...”

         Prof. Naci Bor, Hacettepe Üniversitesi Cerrahi Araştırmalar Birimi Başkanı, ABD’nin çeşitli üniversitelerinde ihtisas ve öğretim üyeliği yaptıktan sonra Türkiye’de Cerrahi Araştırma alanı üniversite bünyesinde bağımsız bölüm olarak kuran ilim adamlarından biri. Dergimiz ekibiyle birlikte BURHAN’ı izledi.
        Soru- öncelikle sorulacak soru şu... Burhan gerçek bir olay mı? Bir göz yanılması olamaz mı?  

        Yanıt- Ben gerçek olduğuna inanıyorum. Bunun pek çok misalini gördüm ve yaşadım. En küçük bir şüphem olmadığını ifade etmek isterim.

        Soru- peki ama bunu pozitif bilimle nasıl bağdaştırıyorsunuz?

        Yanıt- Bilirsiniz halk arasında anlatılan şeyler vardır; Filan yıl ki büyük zelzeleden önce ahırlarda atlar huzursuzluk göstermişler, köpekler kapılarda devamlı ulumuşlardır, kimseyi uyutmamışlardır.  Bunlardan birkaç saat sonra da deprem olmuş şu kadar can ve mal kaybı olmuştur. Bunu duyunca insanın ilk reaksiyonu inanmamaktır. Ancak bu gün zelzeleyi önceden veren aletler yapılmıştır. Bu aletler binlerce kilometre uzaktaki depremlerin özelliklerini de tanıtmaya yeterlidir. Şimdi bu iki olaya bakarak atların ve köpeklerin zelzelenin ön titreşimlerini algıladıklarını kabul etmek lazım. Hatta demeliyiz ki ilk sismograf insanlar tarafından yapılmadan önce bu mekanizma hayvanlarda mevcutmuş. Biz onları hala tanımamış ve nasıl çalıştıklarını anlayamamış olsak bile...

         Şimdi sormak lazım eğer köpeğin iç güdü,sismografın titreşimlerle önceden bildirdiği bir olayı tanıdığımız ve karakterine güvendiğiniz bir insan önceden haber verirse ona inanır mısınız, yoksa şüpheyle mi karşılamak lazım? Yani köpeklerin veya aynı işi yapan bir makinanın tespitini fazla önemi olmayan tabii bir durum kabul ediyoruz da aynı şeyi bir insan yaptığında şüpheyle bakıyoruz. İşte olağan ve olağan üstü olaylar arasındaki fark bu kadar az.

         Soru- Ama söyledikleriniz at ve köpeklerin zelzeleyi nasıl önceden haber aldıklarını veya bir insanın bunu nasıl yapabileceğini izah etmiyor.

         Yanıt- doğru... anlattıklarım olayın fizyolojik mekanizmalarını izah etmez. Kulağın anatomisi ve fizyolojisi ile ses titreşimlerini nasıl topladığı, orta ve iç kulağa hangi mekanizmanın ilettiği, iç kulakta bu titreşimlerin nerde ve nasıl elektrik gerilmeleri haline geldiği ve ne şekilde sinirlerle beyne iletilip algılanmasının sağlandığı biliniyor. Halbuki atlar ve köpekler zelzeleyi hangi organlarıyla algılıyorlar bilmiyoruz. İnsanda da böyle şeyleri önceden algılayıp bize bildirecek organ ve fonksiyonların mevcudiyeti bilinmemektedir. Ama bunların bilinmemesi yokluğu anlamına gelmez. Belki bir gün keşfedilir. Bu bilim adamlarının görevi...

        Soru- Şişin insana acı vermemesinin veya ateşin yakmamasının izahı var mı?

         Yanıt- Hayır... biz onları da, daha pek çok şeyi de bilmiyoruz. Ama imkansız olduklarına da inanmıyorum.

          Soru- Bilim adamlarının genel tutumları bu konularda farklı...

         Yanıt- Tabii.. çoğu zaten bu konularla ilgilenmez. Bir kısmı da bunun uydurma, saçma sapan şeyler olduğunu düşünür. Bir kısmı açıkça bu konuları gayri ciddi bulur. Uğraşanlarla da alay ederler...

         Soru- Onların tutumu bu günkü pozitif bilime daha uygun düşmüyor mu?

          Yanıt- İlk bakışta öyle... Ama bir deney anlatayım.. Orta okulda bir bardak asit içine –mesela HCI bir kemik birazda et koyarak çocuklar yapar bunu. Bir süre sonra et kaybolur... kemik yumuşar, birkaç gün sonra o da kaybolur. Neticede kalan koyu bir sıvıdır. Yani asit eti ve kemiği tahrip ediyor, sindiriyor. Şimdi denilse ki insan aynı deneyi gece gündüz devamlı tekrar ediyor zaten... inanılmaz gibi görülür.

          Soru- Nasıl bir tekrar bu ?

          Yanıt- İnsan midesinde serbest asit (HCI) vardır. Bu asırlardan beri bilinen bir gerçektir. Buna rağmen mide duvarını bu çok kuvvetli asit eritmemektedir. Mesela, köpekler bildiğiniz gibi kemik yerler, midelerindeki HCI bu kemiği birkaç gün içinde yavaş yavaş sindirir. Ama kendi duvarını tahrip etmez bu asit... nedenini geçen geçen asırda hiç bilmiyorduk. Şimdi kısmen anlıyoruz... ama  tamamen değil. düşünün asit mide içine duvardaki özel hücrelerden salgılanmaktadır. Nasıl oluyor da bu çok kuvvetli asit bizzat kendisini salgılayan hücreleri tahrip etmiyor?  Bunun cevabı henüz açıklıkla verilmiş değil. ama ölümle hayat arasındaki fark kadar önemli bir olay bu.

            Soru- Bu belki şiş burhanını izah eder ama mesela ateşin yakmaması anlamındaki ateş burhanını da açıklar mı?

            Yanıt- Tabii açıklamaz... Ancak şunu ifade eder; insan, keza bilim adamı açıklayamadığı olaya olağanüstülük atfediyor. Mümkünse inanmıyor, hatta karşısındakini madrabazlıkla, gözbağcılıkla itham ediyor. Bilimsel bir açıklama getirdiğiniz anda da o işler önemini kaybediyor. İşte bu yanlış. İlk insan yaratıldığından beri midesinde onu delecek kadar asit ve sindirici enzim vardı. Bu olay tam olarak açıklansa bile önemini kaybetmez. Fevkalade bir olaydır. Ayrıca ilimde bu gibi kısmen açıklanmış fakat o haliyle dahi insan aklının sınırlarını zorlayan olaylar vardır. Onlar da en az ateşin yakmaması kadar önemlidir.