Bilimin Açıklayamadığı Bir Olay
FİZİĞE KARŞI
METAFİZİK
|
Yunanistan’da, Bulgaristan’da acı duymadan çıplak
ayakla ateşte yürüyenler, Hindistan’da çivilerin
üzerinde yatanlar var. Ülkemizde de vücutlarına şiş
batırdıkları halde acı duymayan, yara izi
taşımayanlar var... Bunu inançla başardıklarını
söylüyorlar. |
Doksan bin kişi hacca
gelmişti o yıl... Seyyid Ahmed el Rufai ve yakınları da bunların arasındaydılar.
Kabe tavafı bittikten sonra, Merkad-i Şerif diye isimlendirilen H.Z. Muhammed’in
kabrinin bulunduğu yere gelindi. |
Seyyid Ahmet el Rufai ki isminin başında “Seyyid” sıfatı peygamberin
soyundan geldiğini gösteriyordu
Galip Efendi "burhan'a" başlarken önce
şişi mesh ediyor.sonra yanağın içinden saplıyor şişin ucu dışarıda: Acı ve Kan
Yok.
|
Aldığı manevi bir işaretle ileri
çıkarak seslendi. -
Esselamü
Aleyke ya Ceddi... (Ceddi = eddim, atam)Aralarında
İslam aleminin pek çok ileri gelen şahsiyetinin de bulunduğu cemaat ne olduğunu anlamaya
çalışırken Merkad-i Şerif’ten son derece gür bir ses yükseldi. |
-
Aleykesselam
ya veledi... (Veledi = çocuğum)
Herkes bir anda
adeta taş kesti olduğu yerde. Çıt çıkmaz oldu. Peygamberin vefatından beş yüz
sene sonra meydana gelen bu mucizevi hadisenin kimse hiçbir safhasını kaçırmak
istemiyordu.
Seyyid Ahmet el Rufai gözlerinden yaşlar akarak biraz daha yaklaştı Merkad-ı
Şerif’e:
-
Şimdiye kadar uzaktan ruhum gelir ve
huzurunda yer öperdi... şu anda nöbet vücudumdadır... dudaklarımın mübarek elini
açıktan öperek şereflenmesine izin ver...
Heyecandan neredeyse nefes almayı
dahi unutacak raddeye gelmiş topluluğun donmuş bakışları altında Merkad-i Şerif’ten bir el ileriye doğru
uzandı. Seyyid Ahmet el Rufai kendini toplayıp diz çöktüğü yerden doğruldu...
İyice yaklaştı ve eli öptü...
Aynı anda, bir insan seli
zembereğinden boşalmış gibi bir birini ezerek Merkad-i Şerif’e doğru akmaya
başladı... Ama el çekildi birden.
O zamana kadar zar zor ayakta durmaya çalışan
Seyyit Ahmet el Rufai, ilahi zelzelenin bu şiddetteki sarsıntısına dayanamadı ve
Allah’ını seven beni çiğnemeden geçmesin... diyerek kendisini yere attı. Mahşer
yerine dönmüştü bir anda Merkad-i Şerif’in önü. Kimse ne diyeceğini, ne
yapacağını bilmiyordu... Gırtlaklarda düğümlenip kalmıştı sözler. Aralarında
seyyid’in yakınlarının da bulunduğu bir grup kendinden geçmiş halde, sağda solda
buldukları şivri şeyleri vücutlarına saplamaya başladı. Çivi, şiş, bıçak, kama... ne rastlarsa ve
nereye rastlarsa saplandı. Ahmet el Rufai’nin ısrarıyla içlerinden bazıları
O’nun bedenine de yönelttiler bu aletleri. Gece yarısına doğru ortalık
yatıştığında, kimse gördüklerinin rüya olduğunu düşünmüyordu.
Dönemin tasavvuf akımları
arasında büyük dalgalanmalara yol açtı bu olay. Pek çok şeyh dergahını kapayıp
Ahmet el Rufai’ye mürit olarak geldi. Seyyid’le aynı yıllarda yaşamış İslam
büyüğü Abdulkadir Geylani, o’nun “Evliya üzerine hücceti ilahi” olduğunu
söyledi. Geylani’nin vefatından sonra tasavvufi mertebelerin en yükseği kabul edilen
Gavs-ı Azam’lık Ahmet el Rufai’ye intikal etti.
Hicri 555 senesinde meydana gelen bu
Hac ziyareti olayından sonra Ahmet el Rufai dergahında değişik zamanlarda benzer
merasimi gerçekleştirdi. Tasavvufi sohbetlerinde, vücutlara sivri şeyler sokulması,
ateşe girilmesi ve kılıç çalınmasının Rufailere Peygamber hediyesi olduğunu
söyledi.
İşte dokuz yüz yılı aşkın
zamandan beri Rufailer “delil” (Kanıt) anlamına gelen BURHAN geleneğini yaşatıyorlar.
Devrinde
yazılmış İslam kaynaklarının tamama yakınında teferruatı verilen bu anlatıma
ister itiraz edin ister kabul. Ama bilin ki günümüzde de-tabii artık çiviyle falan
değil güzel dizayn edilmiş şişlerle- benzer olayı gerçekleştirenler var.
Pek çok ülkede
kendi vücuduna olmadık eziyeti yapan, hatta bunu gösteri olarak düzenleyip sahneye
çıkan onca insan dururken “Burhan”ın farklı ve ahım şahım bir tarafı yokmuş
gibi görünüyor. Yanağına şiş sokmuş biri daha... o kadar... Ama işin aslı böyle
değil. Temelde esaslı ayrılık noktaları var. Burhan
yapan kişi sadece kendi vücudunda değil başkalarının vücudunda da gösteriyor
“ilahi el” den kaynaklanan gücünü,. Kılıç, ateş ve şiş burhanlarının pek
azında şeyhi olayın içinde görmek mümkün.
Yanlamasına
karına gömülecek kadar saplanan kılıç çekilirken yarayı “mesheden” ve anında
kapanmasını sağlayan; erimiş metallerin
bulunduğu potalara Bismillahirrahmanirrahim..” deyip elini daldıran; göz bebeği ve
kalp dışında bütün uzuv ve organlara şiş saplayabilen hep aynı kişiler..Üstelik
karşılarında-kilerin belli inanç bağlılığında olması da gerekmiyor.. Kendisine
burhan yapılan kişinin Müslüman olmasıyla olmaması arasında fark yok yani.
*
Ankara’nın biraz
dışında, küçük bir bahçe içine inşaa edilmiş iki katlı bir evdeyiz. (L)
şeklindeki salonun halılar dışındaki bütün eşyaları bu gecelik kaldırılmış.
Girişte sol tarafta “mutrip heyeti” sağ tarafta da Gelip Efendi ve etrafında halka
oluşturmuş yirmi-yirmibeş kişi var. “Efendi” nin üzerinde petrol mavisi yakasız
bir cübbe, başında da koyu yeşil namazlık takke göze çarpıyor. Yarısı aklanmış
sakalı son derece düzgün. Zaten iri sayılabilecek gövdesi oturduğu “mevki” ile
birleşince daha bir heybetli görünüyor.
Mutrip heyeti
hazırlığını tamamlarken o sohbet ediyor çevresindekilerle.. Kah tebessüm ediyor.
Kah asıyor yüzünü.. Sadece sözlerinin değil yüz hareketlerinin de dikkatle
izlendiğinin farkında.
Vaktin tamam
olduğunu belli eden hareketiyle önce bir sessizlik ardından da, iki ney, iki
bendir(def) ve bir kudümden oluşan “mutrip heyeti”
Itri nin ünlü bestesiyle Tekbir’i seslendirmeye başlıyor. Halkadaki
kişiler de “Allah-u Ekber... Lâilaheillallah..”
Diye alçak sesle katılıyorlar
topluluğa. Salonda manevi bir havanın ilk rüzgarları olarak kulaklara çarpan ilahiler
birbiri peşinden devam ederken Galip Efendi’nin işaretiyle “zikir” başlıyor.
Allah’ın isimlerinin tekrarlanması anlamına gelen zikir... Lailaheillallah.. Ya
Allah.. Hu Allah.. Hayy Allah. İsimlerinden birisi belli sayıda tekrarlandıktan sonra
diğerine geçilerek sürdürülüyor. Vücut ve baş sağa sola sallanırken halkada tam
bir uyum var. Baş sağa dönük, vücut sağa eğilmiş haldeyken “Lailahe..”
heceleri nefes alınarak söyleniyor, solda “illallah..” denilirken nefes veriliyor.
Her ismin zikrine ilk başlandığında normal çıkan sesler, daha sonra yerini genizden
gelen nidalara bırakıyor. En sonunda da isim zihinde tekrar edilirken sadece nefes alıp
verilerek sürdürülüyor zikir. Galip Efendi bir ismin tekrarının sona erdiğini elini çırparak belli edene kadar
halkadakiler durumlarını değiştirmiyorlar.
Toplam bir saate
yakın süren zikrin sonuna doğru önce “Efendi” arkasından da diğerleri ayağa
kalkıyorlar.
Uzun yıllardır
yapılmadığı için kimsenin “Burhan” a ilişkin görgüye dayanan bilgisi yok. Ama
herkes beklenen anın gelmekte olduğunu hissediyor. Nitekim Galip Efendi ayakta birkaç
kişiye işaret ediyor ve onlar geriye çekilip hazırlanmaya başlıyorlar. Halka,
ayrılanlar dolayısıyla küçülürken zikir kesilmiyor. Arkadakilerse bellerinden
yukarısı çıplak kalacak şekilde soyunuyorlar. “Efendi” arkadaşlarımız ve
davetli uzman doktorlara “Burhan” izleyebilmeleri için yer açıyor. Yanında duran
küçük bir valizden aldığı şişleri de kınlarından çıkarıp kontrol etmeleri
için müşahitlere uzatıyor.
Baş tarafında
ağaçtan bir topuzun bulunduğu şişler elli santimetre kadar uzunlukta ve çelikten
yapılmış. Kalın yuvarlak tarafı topuzun içine gömülmüş.. İncelerek
oluşturduğu uç ise iğne sivriliğinde. Saplanmaya elverişliliği açık şekilde
görünüyor ama insana acı vermeyeceğine inanmak oldukça zor.
Soyunanlar önce
teker teker Galip Efendi’nin önüne gelip ellerini göğüslerinde çapraz şekilde
bağlayıp eslam veriyorlar.. Zikir devam ediyor.. İlahiler sürüyor. “Efendi” ilk
şişi alıp birisine yaklaşıyor ve Burhan için dua okumaya başlıyor. On-on beş
saniye kadar süren bu bekleyiş sırasında bütün gözler üzerinde.. Karşısındaki
kişiye ağzını açmasını söyledikten sonra şişi önce mesh ediyor sonrada
yanakların içn tarafına doğru bastırıyor. Metalin parıltısı yanağın dışında
görüldüğünde, şişin topuz kısmını, burhan yapılan kişiye veriyor, kendisi yeni
bir şişle bir başkasına yöneliyor.. Bu defa üstten dik olarak göğüse saplanıyor
şiş. Sağ memenin üzerinden biraz girdikten sonra herhangi bir sebepten ilerlemiyor.
Galip Efendi topuz kısma avucunun içiyle sertçe bir darbe vurunca biraz daha giriyor ve
“yerleşiyor”..
Arkasından birisinin karnına bir
başkasının daha yanağına vuruluyor şişler.. Gırtlağa saplayacağı zaman ise daha
önce anlattığı ihtimali hatırlayıp dikkat etmeleri için “müşahitler”i
uyarıyor Galip Efendi. Atar damarların yoğun olduğu boyun bölgesinde kanama
olabileceğini ancak şiş sokmanın bir burhan, kan çıkmasına mani olmanın da bir
başka burhan olduğunu dinlemiş olanlar yine de merakla bekliyorlar. Şiş boğazın
sağ tarafından giriyor.. Görünürde kan yok.. Soldan çıkıyor..
Vücutlarına
burhan yapılmış kişilerin de katılmasıyla merasim doruk noktasına ulaşıyor.
Halkadakiler yerlerinde duruyorlar, burhan yapılanlar ise içerde bir daire teşkil
edecek şekilde yürüyerek zikrediyorlar. İç içe iki halkanın merkezinde Galip Efendi
var. O oldukça yavaş bir şekilde kendi etrafında dönüyor.
Merasimin sonuna
doğru çekiliyor şişler.. Yanağa sokulanlar alınıyor önce.. Yerlerinde ufak bir
kızarıklık dışında bir şey görünmüyor. Karna saplanan şiş ise çıkmıyor ilk
çekişte.. O yüzden şiş kıvrılarak alınıyor. Göğüse saplanan kolay çıkıyor..
ama boğazda kanama var. Şiş çekiliyor ve “Efendi” baş parmağını dudağına
götürüp hafifçe ıslattıktan sonra kanayan yeri sıvazlayınca kan kesiliyor.
Galip Efendi
burhan yapılan kişileri teker teker bir kere daha kontrol edip yara yerlerinde normalin
dışında bir şey olup olmadığına bakıyor. Şiş ilk çekildiğinde kanama
görülmeyip sonradan ortaya çıkarsa bu sırada mesh edilerek durum düzeltiliyor.
Birkaç gün varlığını koruyan şişin girip çıktığı yerdeki kızarıklıkların
tasavvuf lugatında adı “Burhan Gülü” Açtığı yerin cehennem ateşinden
kurtulacağına inanılıyor.
Galip
Efendi’nin oturmasıyla salondakiler merasimin başlangıcındaki yerlerini alıyor. Ev
sahipleri çay ikramı için izin isterken sohbet yeniden başlıyor. Ama bu defa sözün
tek mevzuu var: Burhan..
Muhabir arkadaşlarımızdan birinin
koluna yapılan burhandan sonra acı hissetmediğini anlatmasıyla biraz daha
heyecanlanıyor topluluk. Galip Efendi doktorlara değerlendirmelerinin ne olduğunu
sormuyor. Ama burhanın kendisinin arzu ettiği gibi geçtiğini saklamıyor.
Evlere gidilmek için
kalkıldığında “Efendi” nin manevi varlığına saygının daha bir perçinlendiği
orada bulunanların davranışlarından anlaşılıyor. Arabalara yerleşildikten sonra
koluna burhan yapılan gazeteci hissettiklerini şöyle anlatıyor.
“Şişi
girerken her safhada hissettim. Soğuk bir şeyin etimin arasında ilerlemesi garip bir
duyğu. Dokuların parçalandığının farkındayım. Bir tek eksik ağrı olmaması..
Galip Efendi şişi çekip çıkardığında ben hala ağrı bekliyordum. Çıkarken ilk
hamlede bir acı hissettim.. Tüy çekilmesi gibi hafif ama hissediliyor.. Çıktıktan
sonra ise şişin girip çıktığı yerlerdeki delik ve kızarıklıklardan başka bir iz
yoktu. Ama insan gayrı ihtiyari o koluna yaralı muamelesi yapılır.. Durumu kabul edene
kadar bir saat kolumu bükmedim. Sanki bükersem ağrıyabilirmiş gibi geliyordu bana.
Sonra bir şey olmadığını anladım tabii..”
Aynı gazeteciyi
burhan gecesinin birkaç gün sonrasında arayan muhabirlerimize kendisinin ovalayarak ve
kaşıyarak yara yerine bir gün daha fazla tanımayı başardığını öğreniyorlar. Ne
ağrısı, sızısı, ne de yara yerinden kaynaklanan bir başka problemi var..
H.Galip
Kuşçuoğlu
“Burhan, insanları
irşad için verilmiş bir
lütûftur...”
|
H. Galip Kuşçuoğlu, ülkemizde
tasavvuf çevrelerinin önde gelen simalarından birisi. Şeyh Abdülkadir Geylâni ve
Seyyid Ahmet el Rufaî’den kaynaklanan, köklü geleneklere sahip iki ekolün
müştereken “halifesi” olarak biliniyor.
Kuşçuoğlu 1922 yılında
Çorum’da doğmuş. Ortaokulun ikinci sınıfına kadar öğrenimini sürdürmüş,
sonra da bırakıp mobilyacılığa başlamış. Çıraklıktan girdiği bu meslekte
bugün yetiştirdiği ustaların çokluğu ile de tanınıyor.
On beş yıldan beri “Efendi” olarak anılan Kuşçuoğlu dergimizin isteğini
kırmayarak, gelenek olarak korunan ama pek de yapılmayan BURHAN’ı tekrarladı. Ve
İslam dünyasında ilk kez olmak üzere fotoğraflanmasına izin verdi. Kuşçuoğlu,
tasavvuf, burhan ve bilim konularda kendisine yöneltilen soruları da cevaplandırdı. |

|
Soru- Tasavvufa
yönelişiniz nasıl oldu
Kuşçuoğlu- Haki
katı arama hissi, küçük yaştan itibaren
beni meşgul etti. Bazı yaşantıları tasvip edemiyordum.. almıyordu aklım
mantığım. Bu durum benim tasavvufa yönelmeme sebep oldu.
Soru- Kendi kendinize bir yöneliş mi, yoksa bir “yol
göstericiye” ihtiyaç duydunuz mu?
Kuşçuoğlu-
Elbette duydum.. Hatta önceleri bu yol göstericiyi kabul edemedim. Zira aklın
mantığın ölçülerine sığmayan hadiseler bunlar. Fakat sonra ustasız sanatın haram
olduğunu idrak ettim. Maddede böyle olduğu gibi manada da bunun böyle olduğunu
anladım. Çünkü bir yere varamıyordum.. Yüksekliğimi hissediyor fakat
tutunamıyordum.. Allah’a tertip etmiş olduğu bir prensibin dışında yaklaşmanın
imkanı olmadığını yaşayarak gördüm. Bir gün manen işaret edilen bir mürşide
müntesip oldum. 1950 de.. 1968 senesinde de üstadımızı kaybettik.. |
Soru-
Kur’an’da emredilen ibadetleri yapmanın dışında tasavvufu da yaşamayı gerekli
kılan sebep ne?
Kuşçuoğlu- Tasavvuftan
kasıt gerçek İslamı yaşamak. Maddesiyle ve manasıyla. Yalnız maddeyle ve şekille
yaşamaktan tatmin olmuyor insan, yani imanını ayakta tutamıyor.. Hele bugün için
daha da gerekli bu. Yoksa babamdan, atamdan böyle duydum. Falanca hoca şöyle dedi..
Kafi değil. Zaten tasavvuf bunun ötesi. Bir eşyaya “ilmel yakin” olmak onun fizik
özellikleriyle tanımaktır. Eni, boyu şu.. Niteliği şu olan bir masa denildiğinde
insan tasavvur edebilir. Ama hiç görmekle bir olur mu?... İşte tasavvufta “aynel
yakin” olmak arzusu var.. Yani görmek arzusu. Tabii bakmakla görmek farklı şeyler..
Peygamberimiz Allah’a “Ya Rab.. Bana eşyanın hakikatini göster” derken murat
ettiği yakınlık, Allah’ın subiti dediğimiz sıfatlarına aşinalık isteği
tasavvuf. Ben bir tarihte şahitlik için mahkemeye gitmiştim.. Hakim “gördün mü?”
diye sordu. Karı koca arasında cereyan etmiş bir şey, ben nerden göreyim dedim..
“Olmaz böyle şahitlik” diye dışarı çıkardılar beni. Düşününce hak verdim
hakime.. Dünya hayatında G”gördün mü?” diye soruyorlar da ahi rette sormayacaklar
mı? Bu dünyada görmeyen ahi rette göremez.. Yani bir hayale gitmektense hakikatleri
yaşamak tasavvuf. Bilerek yaşamak. İlim Allah’ı bilmektir.
Soru- Tasavvufi
akımlar tarikatlar değil mi?
Kuşçuoğlu- Tarik kelime olarak, yol, demek.
“Kat” da kat etmekten gelir. Tarikat “kat edilen yol” veya “Yol kat etmek”
manasına geliyor.
Soru- O zaman herkesin kendine
göre bir yolu çıkar ortaya..
Kuşçuoğlu- Doğru. Öyle zaten.
Allah’a giden yol., mahlukatının sayısının nefesinin adedinden de çoktur,
buyruldu. Her yol Allah’a gider.. Çünkü O’ndan başka kuvvet kudret varlığı yok.
Ama Allah’ın rahmetine giden yol var, Allah’ın gazabına giden yol var. Yoksa herkes
bir yol üzerinde.. Kafir de bir yol üzerinde, imansız da.. O da bir yere gidiyor..
Soru- Tasavvuf bir manada
güzergah tespitine mi imkan veriyor?
Kuşçuoğlu- Basit bir anlatımla
tabii.. Ama onun ötesinde insanın mana olarak yükselmesi.. insan sureta değil sireta
insandır.. Sireta yani görünüş olarak mahluktan ibrettir. Ama diğer mahluklara
benzemez şerefli mahluktur. İnsan dinen sabit ki en güzel simada yaratılmıştır. Ama
bu şekli güzellik kafi mi? İşte insan sureta değil sireta insandır, deken bunu
anlatmak istiyorum. Yani mana bakımından insan insandır. Böyle olunca kişinin sadece
nefis yönünü ihya etmesi kişiye yeterli midir? Ahret için değil, dünya için dahi
yeterli midir? Kanaatimce değildir.. Zira O’nun yaratılışına muhaliftir.. Zira
O’nun yaratılışına muhaliftir hali.. dışını ne kadar süslerse süslesin içi
haraptır. Bu harabatın farkındadır kişi. Nasıl acıktığımızı hissediyorsak
manevi gıdamızı alamadığımızda da durum farklı değildir. Kişi gıdayı alamazsa
bir bunalım içine girer. Zamanla bunalım da nefse tabi olabilir ve kişi böyle bir
halin olmadığı kanaatine varabilir. Ama bir yerde nükseder bu hal.
Soru- Nasıl nükseder?
Kuşçuoğlu- Bunalım olarak..
Şimdilerde stres falan diyor doktorlar. Bugün beşeriyetin hayattan bıkması,
usanması, hiçbir zaman tatmin olamaması, hatta tatmin olamadığı için elinden gelse
dünyayı tahrip etmeye kalkışması bundandır. Neden?.. Çünkü yaratılış gayesinin
dışına çıkıyor insan. Allah korusun biz hayvan olsaydık çok korkunç yaratık
olurduk. Ama bazı simalarda görülüyor bu hal. Dünyayı ateşe veriyor, gözünü bile
kırpmıyor çağımızda bazı insanlar. Ben yaşayayım da gerisi ne olursa olsun,
diyor.. Halbuki kendiside yaşamıyor, farkında değil zavallı.
Soru - tasavvufi akımların
yani yolların ortaya çıkışı nasıl?
Kuşçuoğlu- Peygamberimizin sağlığında gerek yoktu tabii..
İslam hakikati yaşanıyordu. Ancak daha sonra belirdi bu ihtiyaç. İnsanlar manevi
dünyalarında eksiklik hissettikleri zaman bazı şahısların yolunu takip etmiş
bilahare bu yol izlenen kişinin ismiyle anılır olmuştur. Peygamberimiz, benim
sözlerim şeriattır, fiilim tarikattır, hallerim hakikattir. Buyurmuş. Allah’ın tek
bir emrine uysa dahi kişi şeriat üzeredir. Ben şimdi kelimeleri rasgele anıla
geldiği gayri hukuki anlamda kullanmıyorum.. Onun için baştan beri şeriat , tarikat
kelimelerinin gerçek anlamlarında kullanıldığını belirteyim.
Soru- Kadiri ve Rufai
akımları aynı çağda mı ortaya çıktılar?
Kuşçuoğlu- Seyyid Abdülkadir Geylani
Hazretleri, Ahmet el Kebir Rufai Hazretleri gibi kişiler Allah’ın sevgili
kullarıdır, zira Peygamberimizin yolundan kesinlikle ayrılmamak için gayret etmişler
ve bunda muvaffak olmuşlardır. Zaten her ikisi de Peygamberimize akrabadır.
Soru- Her iki İslam
büyüğünün birbirlerinin dergahına girenleri kendi defterlerine yazdıkları
söylenir..
Kuşçuğlu
– doğru.. Bu dergahlardan
birisine intisap eden kişi kendiliğinden diğerine de intisap etmiş sayılır. Aynı
tarihlerde yaşamış iki büyük zat tabii. Birbirlerine “kardeşim” diye hitap
ederlermiş.
Soru- Burhan’ın anlamı ne?
Kuşçuoğlu- İnsanları irşat için Cenabı
Hak’ın verdiği bir lütuf. Yani maddeden başka bir şeyi kabul etmekte insanoğlunun
zorluğunu bilen Allah’ın maddenin de üzerinde bir kuvvetin, kudretin bulunduğunu
idrak etmeleri için verdiği bir lütuf. Biliyorsunuz peygamberlerde zuhur eden
olağanüstü hallere mucize diyoruz. Böyle haller evliyalarda da meydana gelir.. ona
keramet diyoruz.. bir kerametin nesilden nesile sürdürülmesi ise burhandır.
Soru- Kaç türlü
burhan var?
Kuşçuoğlu- Ateş, kılıç ve şiş burhanı
var.. Hepsinin veriliş sebebi ve vesilesi ayrı tabii. Kılıç burhanı Hz.
İbrahim’in oğlunu kurban etmesi hadisesi
sırasında ona bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Hadise bilinir.... Allah’a dua
ederek bir oğlu olması halinde istediği kurbanı vereceğini söyledi. Oğlu doğdu..
Ancek sonradan Hz. İbrahim ne kadar kurban kestiyse Allah kabul etmedi. Bunun üzerine
Hz. İbrahim Allah’a iltica ederek sordu: “Neden kurbanlarımı kabul etmiyorsun
yarabbi?” Allah kendisine sözünü hatırlatarak oğlunu kurban etmesini söyledi.. Hz.
İbrahim dua ederek kavuştuğu oğlunu. Verdiği sözden dönmemek için kurban etmeye
kararlı olarak bir tepeye çıktı. Çocuğu gözlerini bağlayıp yatırdı. Ancak
yaptığı hiçbir halede kılıç kesmedi İsmail’in boynunu.. Kılıcı taşa vurdu..
Taşı ikiye böldü.. Keskinliğine diyecek yoktu.. Ama İsmail’in boynuna gelince
işlemiyordu metal. Hz. İbrahim kılıcı elinde tutup bağırdı.. Neden kesmiyorsun..
beni Allah’a asi mi edeceksin?.. Kılıç dile geldi ve “Ne yapayım Ya İbrahim sen
kes diyorsun, Rabbim kesme diyor” dedi.. Malum daha sonra Hz. Allah bir koç gönderdi
kendisine.. Şimdi masal gibi geliyor bu bazısına ve diyor ki: Kılıç kesmez mi?”
Eeee bugün de kesmiyor.. İşte ispatı. Hz. İbrahim’i ateşe attılar biliyorsunuz.
Tarihi vak’a ve hala yerleri duruyor. Hatta ateş o kadar büyüktü ki kendisini
mancınıkla attılar alevlerin üzerine.. Ateş yakmadı Hz İbrahim’i.. “Nasıl
olur.. Ateş yakmaz mı” diyen olursa.. Bu gün de yakmıyor. Allah’ın emrine tabidir
ateş de.. İstemezse yakmaz.
Soru- Sizin
niteliğinizdeki kişilerin önemini azaltmış olmuyor musunuz?
Kuşçuoğlu- Bunlar madde üzerindeki kuvvet ve
kudreti ilahinin delilleri başka bir şey değil. Bizim elimizde bir şey yok.. Hatta
hasta oluyorum ben. Acaba Rabbim vermeyiverir mi diye? Öyle ya. Ben marangozum. Deyin ki
şunu yap, sanatımın yettiği kadar onu ortaya çıkarırım. Ama bu.. Allah’ın yeddi
kudretinde. Rabbım perişan etmez inşallah.
Soru- Üç burhan’ın
üçünü de denediniz mi?
Kuşçuoğlu- Hayır. Ama verilir
mutlaka. Bir selahiyet verildi mi hepsi mi hepsi vakidir bunların. Bugün şiş burhanı
hepsinin fevkinde ve en tehlikelisi kabul ediliyor.. Kılıçla kesilen yer kapanmazsa
hastanede dikiş vurulabilir. Ateş yakarsa insan durmaz çekilir.. Ama şişte bedenin
içine yapılan bir müdahale söz konusu.
|
|
Prof . Naci Bor
“Açıklayamayınca
olağanüstü diyoruz...”
Prof. Naci Bor,
Hacettepe Üniversitesi Cerrahi Araştırmalar Birimi Başkanı, ABD’nin çeşitli
üniversitelerinde ihtisas ve öğretim üyeliği yaptıktan sonra Türkiye’de Cerrahi
Araştırma alanı üniversite bünyesinde bağımsız bölüm olarak kuran ilim
adamlarından biri. Dergimiz ekibiyle birlikte BURHAN’ı izledi.
Soru- öncelikle sorulacak
soru şu... Burhan gerçek bir olay mı? Bir göz yanılması olamaz mı?
Yanıt-
Ben gerçek olduğuna inanıyorum. Bunun pek çok misalini gördüm ve yaşadım. En
küçük bir şüphem olmadığını ifade etmek isterim.
Soru-
peki ama bunu pozitif bilimle nasıl bağdaştırıyorsunuz?
Yanıt-
Bilirsiniz halk arasında anlatılan şeyler vardır; Filan yıl ki büyük zelzeleden
önce ahırlarda atlar huzursuzluk göstermişler, köpekler kapılarda devamlı
ulumuşlardır, kimseyi uyutmamışlardır. Bunlardan
birkaç saat sonra da deprem olmuş şu kadar can ve mal kaybı olmuştur. Bunu duyunca
insanın ilk reaksiyonu inanmamaktır. Ancak bu gün zelzeleyi önceden veren aletler
yapılmıştır. Bu aletler binlerce kilometre uzaktaki depremlerin özelliklerini de
tanıtmaya yeterlidir. Şimdi bu iki olaya bakarak atların ve köpeklerin zelzelenin ön
titreşimlerini algıladıklarını kabul etmek lazım. Hatta demeliyiz ki ilk sismograf
insanlar tarafından yapılmadan önce bu mekanizma hayvanlarda mevcutmuş. Biz onları
hala tanımamış ve nasıl çalıştıklarını anlayamamış olsak bile...
Şimdi sormak lazım
eğer köpeğin iç güdü,sismografın titreşimlerle önceden bildirdiği bir olayı
tanıdığımız ve karakterine güvendiğiniz bir insan önceden haber verirse ona
inanır mısınız, yoksa şüpheyle mi karşılamak lazım? Yani köpeklerin veya aynı
işi yapan bir makinanın tespitini fazla önemi olmayan tabii bir durum kabul ediyoruz da
aynı şeyi bir insan yaptığında şüpheyle bakıyoruz. İşte olağan ve olağan
üstü olaylar arasındaki fark bu kadar az.
Soru-
Ama söyledikleriniz at ve köpeklerin zelzeleyi nasıl önceden haber aldıklarını veya
bir insanın bunu nasıl yapabileceğini izah etmiyor.
Yanıt-
doğru... anlattıklarım olayın fizyolojik mekanizmalarını izah etmez. Kulağın
anatomisi ve fizyolojisi ile ses titreşimlerini nasıl topladığı, orta ve iç kulağa
hangi mekanizmanın ilettiği, iç kulakta bu titreşimlerin nerde ve nasıl elektrik
gerilmeleri haline geldiği ve ne şekilde sinirlerle beyne iletilip algılanmasının
sağlandığı biliniyor. Halbuki atlar ve köpekler zelzeleyi hangi organlarıyla
algılıyorlar bilmiyoruz. İnsanda da böyle şeyleri önceden algılayıp bize
bildirecek organ ve fonksiyonların mevcudiyeti bilinmemektedir. Ama bunların bilinmemesi
yokluğu anlamına gelmez. Belki bir gün keşfedilir. Bu bilim adamlarının görevi...
Soru-
Şişin insana acı vermemesinin veya ateşin yakmamasının izahı var mı?
Yanıt-
Hayır... biz onları da, daha pek çok şeyi de bilmiyoruz. Ama imkansız olduklarına da
inanmıyorum.
Soru-
Bilim adamlarının genel tutumları bu konularda farklı...
Yanıt-
Tabii.. çoğu zaten bu konularla ilgilenmez. Bir kısmı da bunun uydurma, saçma sapan
şeyler olduğunu düşünür. Bir kısmı açıkça bu konuları gayri ciddi bulur.
Uğraşanlarla da alay ederler...
Soru-
Onların tutumu bu günkü pozitif bilime daha uygun düşmüyor mu?
Yanıt-
İlk bakışta öyle... Ama bir deney anlatayım.. Orta okulda bir bardak asit içine
–mesela HCI bir kemik birazda et koyarak çocuklar yapar bunu. Bir süre sonra et
kaybolur... kemik yumuşar, birkaç gün sonra o da kaybolur. Neticede kalan koyu bir
sıvıdır. Yani asit eti ve kemiği tahrip ediyor, sindiriyor. Şimdi denilse ki insan
aynı deneyi gece gündüz devamlı tekrar ediyor zaten... inanılmaz gibi görülür.
Soru-
Nasıl bir tekrar bu ?
Yanıt-
İnsan midesinde serbest asit (HCI) vardır. Bu asırlardan beri bilinen bir gerçektir.
Buna rağmen mide duvarını bu çok kuvvetli asit eritmemektedir. Mesela, köpekler
bildiğiniz gibi kemik yerler, midelerindeki HCI bu kemiği birkaç gün içinde yavaş
yavaş sindirir. Ama kendi duvarını tahrip etmez bu asit... nedenini geçen geçen
asırda hiç bilmiyorduk. Şimdi kısmen anlıyoruz... ama
tamamen değil. düşünün asit mide içine duvardaki özel hücrelerden
salgılanmaktadır. Nasıl oluyor da bu çok kuvvetli asit bizzat kendisini salgılayan
hücreleri tahrip etmiyor? Bunun cevabı
henüz açıklıkla verilmiş değil. ama ölümle hayat arasındaki fark kadar önemli
bir olay bu.
Soru-
Bu belki şiş burhanını izah eder ama mesela ateşin yakmaması anlamındaki ateş
burhanını da açıklar mı?
Yanıt-
Tabii açıklamaz... Ancak şunu ifade eder; insan, keza bilim adamı
açıklayamadığı olaya olağanüstülük atfediyor. Mümkünse inanmıyor, hatta
karşısındakini madrabazlıkla, gözbağcılıkla itham ediyor. Bilimsel bir açıklama
getirdiğiniz anda da o işler önemini kaybediyor. İşte bu yanlış. İlk insan
yaratıldığından beri midesinde onu delecek kadar asit ve sindirici enzim vardı. Bu
olay tam olarak açıklansa bile önemini kaybetmez. Fevkalade bir olaydır. Ayrıca
ilimde bu gibi kısmen açıklanmış fakat o haliyle dahi insan aklının sınırlarını
zorlayan olaylar vardır. Onlar da en az ateşin yakmaması kadar önemlidir.
|