ZUHR-U ÂHİR

Peygamber Efendilerimizin yaşadıkları zamandaki imkanları ile
yaşamaya müsâit lütfedilen emr-i ilâhîler insanların dünyevî ve uhrevî
yaşantılarında kemâlatlarına göre tanzim edilen tertîb-i ilâhîler ki,
bunlar şerîatlardı.
Kabîlelerin, yâni toplumların dünyâda huzur, birlik berâberlik ve
âhiret hayâtında vâdedilen ebedî hayâtın sonsuz nîmetlerini kazanmaları
için, emr-i ilâhîye uygun yaşamaya mecbur ve muktedir kılınan
bahtiyar insan “yeryüzünde halîfemi yaratacağım” hitâbının sırrını
anla.
ALLAH “biz, insanı ahsen-i takvim üzere yarattık” diyor. En
güzel sîmâda yaratılmak şerefine nâil olan, kendinden daha güzel yaratık
yaratılmadığını bilip de şımaran insan, bu “alemleri yaratan benim,
tanzîmini sen yapacaksın” hitâbına nâil olup da, vazîfesini idrak
edemediğinden, “hatâ ederim” zannı ile cüz’î irâdesini de kullanmayı
bilmeyen insan, ALLAH’ın akıl, mantık ve irâdene verdiği güçte “
O’nu görüyormuş gibi ” hissedeceksin.
“Bu meziyetlerde seni müsâit kıldım. Benim zâtıma eş ve ortak
tanıma. Bu türlü ilme müsâit kılındın diye kendinde bir şeyler
görüp de uluhiyyet iddiâsına kalkışma. Bu türlü yersiz iddiâların
sahtekarlıktan başka ismi yoktur. Fiilî ve sübûtî sıfatlarımın en
çok sende zuhûru görülecek. Sen benim yarattığım abdimsin, kulumsun,
Rab olamazsın.”
Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafâ (s.a.v)
“Habîbim, ‘Rabbım ALLAH’ de, dosdoğru yürü” buyurmadı mı?
ALLÂH’a inanmış, Âmentü’ye îman etmiş beşer arasındaki düşünce
farklılıklarının, hattâ aynı şerîatta görülen ibâdete, sünnete müteallik
ayrılıkların az da olsa îzâhı mümkündür. Bunlar içtihâdî
mevzûlardır.

199 Sayfa


Hicrî 5. asırdan bu yana yalnız Türkiye’de uygulanan, başka İslam
âleminin bilmediği, bilmek de istemedikleri “zuhr-u âhir” denen,
ALLÂH’ın emri, Hazret-i Resûlullâh’ın sünneti ile hiç ilgisi olmayan,
Moğol istilâlarının hüküm sürdüğü bir zamanda Konya’da ihdas edilen
ek ibâdet usûlü ki, namaz değildir!
Hükümet ve devletin olmadığı yerde, ulü’l-emrin icra edilmediği
yer -ki, darü’l-harptir- darü’l-harpte ise cuma namazı kılınmaz, diye
uyduruk fetva verenler, zamanımıza kadar..
“İslam’da yeri olmayan namaz” demiye hicap ediyorum, çünkü
namazın iki kaynağı vardır: 1: Kitap, 2: Sünnet. Başka kaynak aranmaz.
Beş vakit namazdaki farzlar, Cumâ namazı için de geçerli olup,
hutbesiz Cumâ namazı geçerli değildir.
Bayram namazlarında hutbe sünnettir. Okunmasa da namaz tamamdır.
Sünnetleri hafife almayasın. Kur’ân’da belirtilmemiş, Peygamber
Efendimiz’in ibâdet ve amellerinde görülen hallerin cümlesine sünnet
deriz.
Sünnetleri emr-i ilâhînin dışında görme. Kur’ân’da sarih olarak
görülmediği için sünnettir.
İcmâ, kıyas edilleyi şeriye namaz için geçerli değildir.
Rabbımızın lütuf ve ihsânı olan en büyük bayram olarak belirtilen
Cumâ günü, âyet ve hadisle ifâde edilen öğle vaktinde Cumâ namazı
Hutbede bulunarak imam efendiye uyup iki rekat farzı kılan kişinin
ALLÂH’ın emrine göre cumâsı tamamdır..
Sünnetlerini de mezhebine tâbi olunan imam efendinin içtihâdına
göre kılmaktır. Çünkü imam efendilerimizin aralarında sünnetlere dâir
içtihat farklılıkları vardır. Hepsi de geçerli olup, cumânın sıhhatına
halel getirmez.
İmâm-ı A’zam Hazretleri hicri 75 senesinde dünyâya teşrif ettiler.
150 senesinde irtihal eylediler. Makamları cennet olsun. Kendileri
tâbiînden olup, ashâbın yaşlıları ile görüştüler. Ve îzah ettiler:
“Hazret-i Resûlullah (s.a.v) Efendimiz mescide gelmeden önce
dört rekat sünnet kılar, mescide geldiklerinde hutbe îrad ederlerdi.


200 Sayfa


İki rekat cumânın farzını cemaate kıldırır, hâne-yi saâdetlerine
gider, dört rekat da orada sünnet kılarlardı.”
İmâm-ı A’zam Hazretleri bu türlü beyan ve içtihat etmişlerdir.
İmâm Şâfiî Hazretleri, İmâm-ı A’zam Hazretleri’nden sonra
dünyâya teşrif ettiler. Cumânın sünneti hakkında buyurdular ki:
“Cumâdan evvel iki rekat, cumâdan sonra da iki rekat Hazret-
i Resûlullâh’ (s.a.v.) sünnet kılardı.”
İmâm Mâlik ve İmâm Hanbel hazretlerinin içtihatları da:
“Cumâya gelmeden evvel Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) iki rekat
namaz kılar, farzdan sonra başka namaz kılmazdı.” şeklindedir.
ALLAH cümlesinden râzı olsun.
Cumâ Sûresi’nde de müsta’celiyyet vardır: “ALLÂH’ın zikrinden
sonra yeryüzüne yayılınız, rızıklarınızı arayınız.”
On altı rekatlı hiç bir mezhep yoktur.
Dikkat edilirse, yalnız sünnet üzerinde ihtilaf değil, içtihat değişikliği
vardır.
Kimsenin namaza rekat ilâve etmesi uygun olmayıp, hatâdır.
Bâzı kimseler çok ibâdet ve tâatla çok kazanacağını zannederler.
Her şeyin ifrâtı yasaklanmıştır.
Misâl olarak, seferde olan dört rekatlı farz namazları iki rekat kılmayı
Hazret-i ALLAH emrediyor.
Fazla kılarsan ne olur?
Âsî olursun, emr-i ilâhîye karşı geldiğin için.
“Hiç fazla namaz kıldı diye insanı döverler mi? Fazla
mal göz mü çıkarır?”
Gibi sözlerle emr-i ilâhîyi basit bir hâdise gibi gösterip günâha
girme. “Zuhr-u âhir” diye bir namaz yoktur.
İslamiyette şüpheli ibâdet olmaz.
Şüpheli ibadete sıhhatlidir diye kimse cevaz veremez Evham, rûhî
hastalıktır..
Namaz husûsunda ilham ve rüyâ ile de amel edilmez.

201 Sayfa


Sahîh-i Buharî’nin (Tecrîd-i sarîh Tercümesi) üçüncü cildinde
Cumâ bahsinde bildirildiğine göre, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hutbe
îrad edip, buyurdular ki:
“Cumâ size kıyâmete kadar farz kılındı. İster âdil imam, ister
zâlim imam zamânında olsun, kim ki, Cumâ namazını sebepsiz
yere terk ederse, iki elim yakasındadır. ALLAH işini rast getirmesin..
onun Ne namazı vardır, ne orucu, ne haccı, ne de zekatı...
Vaktâ ki, tövbe ve istiğfar etmiş ola.”
Büyük fıkıh âlimi İbn-i Nuceym buyururlar ki:
“Zuhr-u âhir kılan kişi ilim yoksunudur.”
Kütüb-i sitte’den olan Sünen-i Dârekutnî Tercümesi, 2. Cilt sahîfe
10’da şöyle ifâde olunur:
“Zuhr-u âhir kılan şüphesiz günahkardır.”
Diyânet İşleri Başkanlığı da Şerîat-i Muhammedî’de 92 hurâfa ve
bidat tespit etti. Ama umûma îlânından çekindiler. Fakat ben bu listenin
bir nüshasını elde ettim ve çoğaltıp, dağıttım. Bidat ve hurafaların
başına yazmışlar, zuhr-u âhir diye bir namazın olmadığını. Merhum
cennet-mekan Hamdi Akseki buyuruyor ki:
İmam efendilerimizin cumânın sıhhati ve vücûbu hakkındaki ihtilafları
“muhtelefun fîh”tir (kesin olmayan, ihtilaflı konulardandır).
Cumânın farziyetine te’sir edici değildir.
Şöyle ki, Cumânın vücûbunun sıhhati hakkında ictihâdî ihtilaflar
musallînin (namaz kılanın) daha mutmain olması içindir.
“Hiç bir içtihat cumânın farziyetini bozmaz.” Nitekim öyle olmuştur.
Türkiye’den başka İslam ülkelerinde zuhr-u âhir diye bir şey bilmezler.
Çünkü kesinlikle yoktur. Bir namazın iâdesi farzın terkinden
îcap eder. Vâcibin terkinden, farzın te’hirinden sehiv (yanılma) secdesi
lâzım gelir. Hazret-i ALLAH Türk milletini de bu gibi anlamsız
ibâdetlerden kurtarsın.
Katılaşma... Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin, “Zorlaştırmayın,
kolaylaştırın; daraltmayın, genişletin; ikrah ettirmeyin,
sevdirin” hitâbını hâfızana iyi yerleştir. Rahmet-i ilâhîden Hazret-i
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, cümle peygamber efendilerimizin,

202 Sayfa


evliyâ, velî, şühedâ, ALLÂH’a şirk koşmamış, nedâmet duyarak, tövbe,
istiğfar etmiş, gerçek kulluğunu idrak eden mü’min kullar... Rabbımızın
rahmet hazîneleri... ALLAH cümleye şefaatçi kılsın.
Onların dünyâ ve âhiret yaratılışları şefaattir. Yaratılış, sebeb-i
hikmettir, rahmettir, mağfirettir.
Hazret-i ALLAH’ın “Ve-mâ-erselnâ ke illâ rahmeten li’lâlemîn”
buyurmasını, o nûru taşıyan bahtiyarları, niçin nûr-u Muhammedî,
rahmet-i ilâhî olarak göremiyorsun?
Madde âleminden öte görgüye sâhip olmadan, ilme’l-yakîn ile iktifâ
edip, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn yaşamadıkça mana ilminin garibisin.
Bu yaşantı mensup olduğun şerîatın maddesini, mânâsını kelime
olarak ifâde etmek değil, hal olarak yaşamaktır.
Tasavvuf, semâvî dinlerin özü ve mânâsıdır; ehli aşkın rahmet yoludur
ayrı ayrı mütâlaa edemezsin;
Dînin cüzünden ferâgat, küllünden ferâgattır.
Mânâdır. Şer’î hükümler değişse de mânâ değişmez. Onlarda cennet
arzusu, cehennem korkusu vardır. Ama beşerî zaafından öte gitmez.
Esas olan istekleri, arzuları rızâ-i Bârî ve cemâlullahdır.
Bunun ismi aşk-ı ilâhîdir.
Anormallik, mecnunluk, asalaklık, başkalarının sırtından geçinmek,
çoluğunu çocuğunu ihmal ederek perişan etmek değil!
Verdiğini geri alması beşerde ayıplanıyor. Beşere yakışmayanı
Hazret-i ALLÂH’a nasıl uygun görüyorsun?
Evet izn-i ilâhî olmasa Habîbin de şefaat edemez. İzni olmadan,
elbette... Karşı çıkacak bir güç var mı?
Şefaati, rahmet-i ilâhîyi nereden bekliyorsun?
Bu rahmetlerin zuhûru o anlamı taşımıyor mu?
Bâzı kişiler zaman zaman mehdilik iddiâsında bulunurlar. Her
zaman böyle zevâta rastgelmek mümkündür.
Mânâlarında “--Mehdisin” denir. “Mehdi” mensup olduğu dine
samîmiyetle hizmet edenlere verilen bir isimdir. Mürşit değildir, Mehdi,
resul hiç değildir.

203 Sayfa


Böyle sîmâlar mehdilik, resullük iddiâ ediyorsa ki, ona karşı teknoloji
duracak, silahlar patlamayacak “-mehdi, resûlüm” diyen zât-ı
muhterem kendi kendine bu deneyi yapabilir. Tutukluk yapmayan bir
silahı bedenine doğru patlatır. Buna rağmen ayakta durabiliyorsa
Mehdi Resul’dür. Tebrik ederim. Başka türlü olursa ona tâbi olan
mâsumlar kurtulmuş olur.
Mehdi Resûl’ün gelmesine inanmak îmânın şartından değildir.